12 Eylül 2009 Cumartesi

Bir İngiliz-Fransız Ortak Yapımı: Charlotte Gainsbourg


En az babası kadar Fransız şarkıcı ve en az annesi kadar İngiliz oyuncu...

Sanatçı bir anne babanın çocukları olarak hayata geldiğinizde işletmeci olmak gibi bir tercih yapmanız neredeyse imkansız oluyor. Bunun nedenini genlere mi bağlamalı yoksa çocukluktan beri içinde bulunulan ortama mı tartışılır, ancak değinildiği üzere başka bir seçenek yok. Hele bir de şair ve şarkıcı üstüne üstlük Fransız bir baba olan Serge Gainsbourg ve İngiliz aktrist Jane Birkin’in kızı olan Charlotte Gainsbourg gibi, Fransızların bağırlarına bastığı ünlü bir aileye sahipseniz, geriye başka bir seçeneğiniz kalmıyor.

Tabii çevresel etkilerin dışında bir de genetik etkiler var ki, onlara karşı gelmek diğerlerine gelmekten daha zor. Dolayısıyla Charlotte’un henüz okuma yazma öğrendikten sonra kendini tutamayarak bir star haline gelmesine şaşırmamak gerekiyor. Ancak bu gen oyunu ortaya Charlotte’un hayatını ikileme düşürecek bir tehlike de barındırıyor. Babanın şarkıcılık geni ile annenin oyunculuk geni arasında kalan Charlotte hayatı boyunca bu iki tutkusu arasında gidip geliyor mecburen. Bir de sanat hayatına bu ikisini birden aynı anda yapmaya başlayınca durum iyice karmaşık bir hal alıyor. 13 yaşında yaptığı ‘Charlotte Forever’da babasıyla seslendirdiği ‘Lemon Incest’ hem oyunculuğunu hem sesini konuşturduğu, gözler önüne çıktığı ilk performansı oluyor. Baba destekli Charlotte Forever, Serge Gainsbourg’un şarkı sözleriyle Charlotte’un seksi lolita sesiyle beyinlere kazınıyor. Yaşına göre sesini oldukça yerinde ve farklı bir şekilde kullanmayı beceren Charlotte’un şarkı söylemek tam hoşuna gittiği sırada ise, 15 yaşında rol aldığı “L'Effrontee” ile Fransızların -Oscar’dan ünlü olmasın- ünlü Cesar ödülünü alınca durum tamamen değişiyor. Baskın genin Charlotte için sinema olduğuna karar veren oldukça büyük bir merci olunca geriye yapacak pek fazla birşey de kalmıyor dolayısıyla. L'Effrontee gibi bir yapımla daha ilk göze çarptığı anda herkesi büyüleyen bu minik kızın daha sonra ikinci Cesar ödülünü kendisine getiren Jane Eyre uyarlaması “La Buche” ve “21 Grams” gibi birbirinden naçizane filmlerle yoluna devam etmesi kaçınılmaz bir hal alıyor. Sonuçta kendisi müzikten ve dinleyenleri onun seksi Fransız aksanlı ingilizcesinden mahrum kalıyor. Ancak Charlotte’un tüm bu başarıları yaşadığı sıralarda kafasının bir köşesinde kalan tek tutkusu ise tabii ki müzik. Anneden gelen baskın oyunculuk geni onun ahenkli sesini bizden esirgese de belli bir noktadan sonra Charlotte’un müziğin bir yerinde olma isteği hayatının her döneminde ay gibi ortada. Zaten kendisi de bunu inkar etmiyor.

Şarkı söylemenin her zaman kendisi için bir tutku olduğunu her firsatta dile getirdiği zamanlarda Radiohead, Beck ve caz müzisyeni Brad Meldhau’yu cümlenin sonuna ekleyen Charlotte, film çekimleri için Avrupa şehirlerini turlarken arada bir stüdyo kokusu almayı unutmuyor bu nedenle. Yıllar sonra “Love etc.”nin film müziği için stüdyoya girdiğinde içindeki tutkunun iyice etkisine giren Charlotte’u kankası Madonna’nın ‘What It Feels Like For a Girl’ünün sample’ında, Damon Gough nam-ı diğer Badly Drawn Boy 2002 albümündeki ‘Have You Fed the Fish?’ şarkısında geri vokalde, Fransız şarkıcı Ètienne Daho’nun albümündeki ‘If’ şarkısında duyuyoruz. Bu gelişmeler aynı zamanda kopmayan bağın ve tırlamayan genin bir göstergesi hatta daha sonra hayata geçen bir albümünde sessizce ilerleyişi. Bir dönemin lolitası ve ahenkli sesi olarak geçmişinde başarılı işlerle adını sinemaya altın harflerle yazdırmanın rahatlığıyla ortaya çıkan 5:55 ise bu ilerleyişin Charlotte ile birlikte hepimizi götürdüğü nokta.

Fransa’da Radiohead konserinde Air’den Nicolas Godin ile tanışması sonucunda tam olarak kafasına bir albüm yapma fikri yerleşen Charlotte’un elinden geçtiğimiz güz raflardaki yerini alan 5:55, yılların tutkusu ile ortaya çıkmış bir Fransız lokumu tadında. Tabii bu tadın kaynağı içindeki malzemenin çeşidinden kaynaklanıyor. Albümün prodüktörü ünlü Nigel Godrich’den başlanıp, Jarvis Cocker, Neil Hannon, Jean-Benoit Dunckel, David Campbell, Tony Allen, Fela Kui ve Brain Eno ile sonlanabilecek bir yetenek listesi albümün arka planında bulunuyor. Dolayısı ile ortaya kötü birşey çıkması leyleklerin sıcak ülkelere göç etmemesi kadar imkansız.

Fransız bir baba İngiliz bir annenin ortak yapımı olmanın farkını bu albümde de hissettiren Charlotte’un garip aksanı ve seksi sesi sizi 5:55’de en çok etkileyen şey oluyor. Şarkı sözlerinin günlük kalp kırıklıklarından bahsetmesi bir Fransız için kaçınılmaz olurken, dünyada duyabileceğiniz en ince İngilizce Charlotte’un dilinden dökülüyor. Şarkılarının hepsi en az kendisi kadar narin. Hele bir de insanın içini burkan piyanonun neredeyse tüm parçalarda karşımıza çıkması albümü iyiden iyiye kristalleştiriyor. Akustik gitarıyla dinleyeni sarsan parçası ‘Everything I Cannot See’ sizi bambaşka bir yerden yakalarken, ‘The Song That We Sing’ hareketli gitar riffleriyle şaşırtıyor. Ancak bu hareket albümün genelindeki durağanlığı ve hüznü bozacak kuvvette değil. Zaten amacın kesinlikle bu olmadığını en başından beri seziyorsunuz. Hatta 5:55’in, sinemada büyük başarılar yakalayan Charlotte’un tam olarak müzikteki yansıması olduğunu söylemek abartılı olmaz. Tıpkı bir Fransız filmi gibi kırılgan duyguların uzun uzun anlatımını dinliyorsunuz tüm parçalarda. Tabii bu arada babadan gelen genin baskınlığına şükrediyorsunuz.

Charlotte Gainsbourg iddiasız bir şekilde yola çıktığı sanat hayatında yine çok iddasız ama başarılı bir şekilde devam ediyor sonuç olarak. Soğuk ama seksi, hırssız ama azimli, mutlu ama durgun tavrıyla sinemada elde ettiği başarıyı müzikte de elde ettiğini söylemek yanlış bir yorum olmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder