12 Eylül 2009 Cumartesi

Köklerine dönmelisin... Çünkü en genç yerin, köklerin


Califone eğer bir ormanda yaşıyorsa, görünen o ki şu an soluklandıkları ağacın gölgesi yaprak aralarından biraz güneş alıyor. Bir önceki durağın karanlık havasından çıkmış yolcuların kafalarındaki soru ise, içinde bulundukları ortama bir hayli uygun; kökler.

“Ne olmak için savaşmanla nereden geldiğin –köklerin- birleşiyor ya da kendin olmayı –kökle birleştiğin nokta- keşfediyorsun.”

Bazı insanlar bu hayata sadece müzik yapmak için gelir ve bazen bu insanlar inanılmaz bir şekilde birbirlerini bulur. Birlikte olmaları ya da olmamaları başka ruhlarla yaşadıkları onlardan hiçbirşey götürmez ya da eksiltmez. İşte gelmiş geçmiş en güçlü experimental müziği şimdiye kadar ki bütün projelerinde barındıran Califone bu ruhlardan oluşmuş bir topluluktur sadece. Eğer söyenilenler hakında herhangi bir şüpheniz varsa yeni çıkan albümleri size belki bu konuda yardımcı olabilir. Kuvvetli referans arayanlar ise Califone’u yıllardır dinlenmesi gerekenler listesinde üst sıralara koyan Pitchfork’un bu hareketinden bir fikir edinebilir. Bir fikir edindikten sonra kendileriyle samimi bir tanışma içerisine girişmek ise kaçınılmazdır. Onlar müziğe o kadar derin nüfus etmişlerdir ki, hayat hikayelerinin içerisinde yıllardır başka hiçbirşey yoktur. Her bir grup elemanı tam bir proje insanıdır ve kimin albümü yapılıyorsa ona yardıma büyük bir heves koşar, yaratmanın heyecanıyla yanlarına biter.

1998 yılından beri Califone adı ile tanıdığımız grup aslında bir zamanların yine önemli gruplarından olan Red Red Meat’in bir uzantısı. Yani yeni albümün konusu olan köklere inersek, kendilerinin kökleri daha blues ağırlıklı bir yapıya sahip Red Red Meat. Daha sonra yola Califone olarak devam edilmesinin nedeni ise, tabii ki Nirvanaya bu kada yakın insanlar olmaları nedeniyle, herhangi bir sürtüşme değil. Daha önce değinildiği üzere grup elemanları o kadar farklı projerede çalışıyor ki, birliktelik ya da ayrılık onlar için sadece izafi kavramlar. Ancak şu da bir gerçek ki, yola Califone olarak devam edilmesinin en büyük nedenlerinden biri, burada kalıpların daha dışında, daha deneysel bir şeylerin var olduğu. Yine güçlü bir sound’u var ama daha çeşitli ve daha kendine özgü. İşte bu nedenle Califone tam sekiz albümdür istediği yola sapmanın, ama hep aynı yolda kalmanın takdirini topluyor. Geçmişten ayrılan yine önemli bir parça ise Tim Rutili’nin bu oluşumda daha söz sahibi bir konuma gelmesi. Ancak yazdığı şarkı sözlerine ve ezgilerin gücüne bakılırsa, bunun gayet doğal bir süreç olduğunu saptamak çok zor olmuyor.

Projenin ismine çok da takılınmaması gerekliliğini hatırlatırcasına, Tim Rutili ve Ben Masserella Perishable Records’u kurup çalışmalar yaparken, arkadaşlarına bu oluşumda yardımcı olan Brian Deck kendisine ait Clava kaytı stüdyosunu açıyor ve Tim Hurley’de kendi projesi Sin Ropas’ın üzerinde çalışırken, küçük kayıt şirketinin verdiği özgürlükten gelen amatör ruh enerjisiyle, son derece profesyonel bir işe kalkışıyorlar: Califone. Califone farklı ses denemeleri ve farklı ruh hallerinin diğer adı anlamına geliyor. “Flydaddy” ile başlayan macera baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Neredeyse iki yılda bir bu projeyi besleyen grubun birçok müzisyenle birlikte çıktığı turneler, gerisinde yorgun bir bünye bırakırken, diğer yandan tekrar yaratma süreci olarak Califon elemanlarına yansıyor. Üç yıla -içlerinde bir önceki karanlık seslerin en güzellerinin bulunduğu Heron King Blues’da dahil- 4 albüm sığdıran grup, bu sırada turneye çıkıp, diğer yandan Smog ve Dirty Three’nin üyeleri ve Michael Krassnr’in Fred Lonberg-Holm’lu Boxhead Ensemble’ında ve Rutili’nin de katkıda bulunduğu Isaac Brock’un Ugly Casanova projesinde ve Sonic Youth’un kuratörlüğünü yaptığı All Tomorrow’s Parties’de performans gösteriyor. Califone için “o sıra şu işi yapıyor” cümlesinin hemen yan cümlesinde “diğer yandan” bağlacı kullanılıyor. “Heron King Blues”den sonra her bir grup elemanı başka işlerine ani bir geri dönüş yapmakta gecikmiyor ancak tekrar başka işlerle nefes alan grup elemanlarından Rutili, Califone için cebinde çakıl taşı biriktirmeyi hiçbir zaman ihmal etmiyor. Kendisi için harekete geçilmesi gereken yer ise, Pysychıc TV’de ‘Orchids’ parçasını tekrar dinlemesi oluyor.

Daha önce defalarca dinlediği bu şarkıyı son duyuşunda tekrar şarkı yazmaya karar veren Rutili için neden, sanki bambaşka bir şey de olabilirmiş diye düşünecekken son albüm “Roots and Crowns”daki ‘Orchids’ cover’ı bu düşünceden ışık hızıyla uzaklaşmamızı sağlıyor. ‘Orchids’in Rutili üzerindeki etkisi yeni albümün hemen şekillenmesini berberinde getiriyor. Yaklaşık 1 yıl süren bir albüm hazırlama döneminden sonra ise, baharın son ayında kulaklarımıza öncekinden daha aydınlık bir sound çarpıyor. Kendisine araba kullanırken, kitap okurken ya da film müzikleri üzerinde çalışırken vahiy olarak inen şarkılarını kimi zaman telefonuna kaydederek ilerliyor Rutili. Parçalar daha stüdyoya girmeden hazırlanmış oluyor neredeyse. Yıllardır müziğin hem sahnesinde hem mutfağında olan insanlar için üstün bir performans değildir muhakkak, ama kaliteyi her daim aynı seviyede tutmak kesinlikle başka bir yeti gerektiriyor.

“Roots&Crowns”, içerisinde bu dünyaya ait olan ve olmayan seslerin ihtişamlı bir şekilde bir araya gelmesinden oluşuyor. ‘Pink&Sour’la gözlerini açan albüm içlere tüm gidişatı boyunca daha önce sindirdiğimiz “Heron king Blues”un karanlık havasını yaşatmıyor. Tamam, belki yine kendimizi süper hissetmiyoruz. Ama bir karanlıktan sonra günne çıkan tan yeri, aydınlanmayala gelen huzur, albümü tam olarak tarif ediyor. Zaten parçalar ardı ardına dizilirken kulağınıza ulaşan ‘Spider’s House’ ile Rutili’nin daha umut verici sesiyle yüzünüze vuran ikinci güneş ışığının sıcağını hissediyorsunuz. Güzel trompet seslerini takip eden klavye ve kendini bu yumuşak seslere bırakan ziller, blues’u ruhunda hissettikleri her hallerinden belli olan grup elemanlarının ellerinde birer huzur makinesine dönüşüyor. Sözlerinde bu uyanışa eşlik ettiği parçalarda, imajların yeniden doğuşu işlenerek müziğin taze havasına paralel bir gidişat oluşturuluyor. ‘3 Legged Animals’da “üç bacaklı hayvanlar kapattı onların tatlı gözlerini / yaralarını ve büyüyen kanatlarını yalayarak” ve sonrasında “ hatıralarını bırak, bizler adeta yeniyiz.” sözlerini dizeleyen Rutili, parçaların genelinde aynı ruh haliyle devam ediyor. Albümün ilham kaynağı olan Orchids’de ise harmonica ile dokunmuş aynı paralelde ilerleyen başka şekiller çıkıyor karşımıza. Tim rutili’nin kırçıllı sesi ve sakin sesler, konumuz kökler olduğundan olsa gerek sizi bir yerden başka bir yere götürmüyor. Sadece sanki aynı odada farklı nesnelere dokunuyorsunuz.

Califone uzun müzik serüveninde sığdırdığı kolajlara her dönemde bir yenisi eklemekteki başarısını son albümüyle gözünüze sokarken, Amerika’nın bağrından gelen seslerin ne kadar kaliteli olabileceğini hatırlatıyor. Bir eliyle blues ve soul’a, yani köklerine dokunurken, diğer elinde yeninin en çirkinini seven tavrı nedeniyle olsa gerek hiçbir deneyi duygudan yoksun olmuyor. Tek yaptıklarının gördükleri aletleri çalmak olduğunu ve bu sesleri birbirleriyle kaynaştırmanın kendilerine zevk verdiğini söyleyen Rutili, yüzlerinin geleceğe dönük olduğunu eklerken müziklerininde tarifini yapmış oluyor aslında.

Çünkü hayat çok ağır


Devenin boynu neden eğri, pazar günleri neden çabuk geçer, kuşlar neden sıcak ülkelere göçer, Stuart Staples böyle şarkı yapmayı nereden öğrendi?

Sigaranın ucundan çıkan duman yarı karanlık ortamda kıvrılarak yerçekimine karşı gelirken siz hayat hakkında tüm bildiklerinizin ağırlığıyla alkolün son yudumunu ağzınıda gezindiriyorsunuz. Loş barın arkasındaki barmene bir tane daha derken ses tellerinize yapışmış katrandan dolayı sesiniz biraz kırçıllı çıkıyor. Ancak boğazınızı temizleyemeyecek kadar hayattan vazgeçmiş bir haldesiniz. Siz bütün bu ağırlığı yaşarken arkadan gelen sizinle aynı ağırlığı yaşadığı her halinden belli bir ses size arkadaşlık ediyor. Nick Cave deseniz o kadar sert bir üsluba sahip değil, Leonard Cohen deseniz daha az karamsar bir yapısı var. Beni tam anlamıyla 12’den vuran bu adam da kim diye düşünecekken vazgeçiyorsunuz, çünkü dedik ya hayat çok ağır.

Tüm kırık kalplere kalın ve yaslı sesiyle yarenlik etmeye çalışan bu sesin sahibi Tindersticks’in efsanevi vokalisti Stuart Staples halbuki. Kaba ama buğulu, dövermiş gibi değil severmiş gibi derdini anlatan bir ağır abi Staples. Kendisinin uzun süren müzik kariyerinde çok şatafatlı gösteriler ve bağıra çağıra yapılan övgüler bulunmuyor. Ancak içinden gelenleri ağır ağır düşünüyor alkollü kafasıyla ve oradan bol sigaralı akciğerinden dinleyenlerine ulaştırıyor. İşte bu nedenle sigaranın kekremsi kokusunu daha ilk sesten itibaren derinlemesine hissedebiliyorsunuz. Ancak güneşin tenimize değmediği anlamına gelmiyor bütün bunlar. Zaman geliyor ki daha umutlu bir ruh haline bürünüyor Staples, fakat her an kaymaya meyilli, biraz alkollü melankolik ruh halini hiç elinden bırakmıyor. Yani kuşlar ne kadar da güzel mavide süzülüyor derken, birden ağlamaya başlayıp ben onu çok sevmiştim diye kahrolan bir şahısla karşı karşıyayız. Biraz dengesiz, ama dedik ya hayat çok ağır.

Kendisi için hayatın neden bu kadar ağır olduğunu ancak yazdığı ince işlenmiş şarkı sözlerinden biraz anlamaya çalışabileceğimiz Staples’in anlattıkları geçmiş zaman aşklarına ve duygusallıklarına takılıyor genellikle. Kendisini bir performer olarak değil bir şarkı sözü yazarı olarak görmesi ve bunu çok açık bir şekilde ifade etmesi onun ince ruhunu biraz daha ele veriyor. Her şarkının bir sonu işaret ettiğini ve bir kapanışı temsil ettiğini fısıldaması ise melankolik ruh halinin bir anlatımı olarak algılanabilir. Tabii bir de tüm bu toplamın üzerine kendisinin sesi eklenince kalbinizi sıkıp sıkıp bırakan parçaların ortaya çıkması an meselesi oluyor.

Üstüne üstlük bu kalbe pompalanan kanı yavaşlatan şarkıları 90’lı yılların başında kurduğu Asphalt Ribbons adlı grubundan bu yana oldukça iyi beceriyor. Kendisinin sesiyle mükemmel bir bütünlük sağlayan grup elemanları enstrümanlarını bu ağır ruh halinin derinlere nüfus etmesinde kullanmakta hiç çekinmiyor. Asphalt Ribbon’la bir üçlü olarak yola başlayan Staples daha sonra yoluna 90’ların en şahsına münhasır gruplarından biri olan Tindersticks’le devam ediyor. İngiltere’de büyük bir ilgiyle karşılaşan ilk LP’leri Melody Maker’dan yılın albümü ödülünü ışık hızıyla kapıyor. Tabii durum böyle olunca kendilerini bir anda kırık kalplerin tutunmaya hazır ellerinde buluyorlar. Tindersticks; melankolik tarzı, Brit pop ve indie alemindeki diğer gruplardan daha farklı olan sanatsal bakış açısıyla kendisine oldukça sadık muridler ediniyor. Bu anlamda zamanının diğer benzer gruplarından ve seslerinden nüans farkıyla ayrılıyorlar. Amerika’da daha radyolarda bile şarkıları çalınmıyorken, kendilerinin dilden dile dolaşan şarkıları yeterince büyük bir kitleyi meraklandırmayı başarıyor. Tindersticks daha sonraki albümlerinde ilk çıkışları kadar büyük bir sıçrayış yaşayamıyor. Ancak şunu herkes kabul ediyor ki; Staples büyük bir şarkı sözü yazarı.

Tindersticks’le kendisini bir yere oturtan Staples yaratma isteği bitmeyen bir şahıs olarak sanatçı şahsiyetini besleyecek başka işlerle de uğraşıyor bu arada. Film müzikleri bu işlerden sadece biri, bir diğeri ise yaptığı solo albümleri. Kendisini daha ince bir perde arkasından sunduğu solo albümleri bahsedeğer nitelikteki çalışmalardan oluşuyor. Tindersticks’in yapısından uzak olmayan, blues alt yapılı orkestrasyonlardan oluşan parçaların bir araya geldiği solo albümleri, onun kullandığı başka marka bir sigara sadece. Ne daha ağır ne de daha hafif bir tadı var bu sigaranın, sadece başka bir sigara. Arkadaşlarıyla başka bir haz, tek başına başka bir haz yaşıyor kısaca.

Grup elemanlarıyla o zamana kadar biriktirdiği melodileri paylaşan ve kendisini sunmaya hazırlandığını belirten Staples’ın cebindeki taşları büyük bir incelikle işliyor dostları. David Boulter birçok enstrümanı müziğine katıyor, Staples ve Neil Fraser ‘Say something now’ ve ‘Shame on you’nun temellerini atıyor, Terry Edwards ‘I’ve come a long way’i arrange ediyor ve Thomas Belhom davulları eklerken, Amelie film müzikleriyle artık tüm dünyanın yakından tanıdığı Yann Tiersen ‘She don’t have to be good to me’nin piyanosunu yerleştiriyor. Ortaya çıkan şey ise tam olarak Staples’ın kafasında dönüp dolaşan fikirlerin dışavurumu olan ilk Stuart Staples solo albümü olan “Lucky Dogs Recording” oluyor. Albümde içlere işleyen sesin -tabii ki- Staples’den sonra piyano sesi olduğu yorumunun rahatlıkla yapılabileceği bir iş kulaklara ulaşıyor. Şarkı sözleri ise her zaman ki tarzda, iriste kalan son görüntü tadında ilerliyor tüm album boyunca. Aradan geçen bir yıl sonunda kulaklara ulaşan “Leaving Song” ise yine aynı tadda ilerliyor. Bir milimetrik oynama duymak isteyenlerin aradıklarını kesinlikle bulamayacakları albümde özellikle “Goodbye to old Friends” yine içinizi arkasına taktığı tırpanla deşerek geçip gidiyor. İçiniz daralıyor, kusmak istiyorsunuz.

Ağır abi Staples davudi sesiyle beyninizdeki baskıyı arttırırken kalbinizi burkmayı her daim başarabiliyor. İster solo olsun ister grup halinde, o kalın sesiyle bunu yapabilmesi için yetenek gerektiği kesin. Hem ince, hem kalın, hem sert, hem yumuşak, hem güneşli, hem yağmurlu, hem…

Bir İngiliz-Fransız Ortak Yapımı: Charlotte Gainsbourg


En az babası kadar Fransız şarkıcı ve en az annesi kadar İngiliz oyuncu...

Sanatçı bir anne babanın çocukları olarak hayata geldiğinizde işletmeci olmak gibi bir tercih yapmanız neredeyse imkansız oluyor. Bunun nedenini genlere mi bağlamalı yoksa çocukluktan beri içinde bulunulan ortama mı tartışılır, ancak değinildiği üzere başka bir seçenek yok. Hele bir de şair ve şarkıcı üstüne üstlük Fransız bir baba olan Serge Gainsbourg ve İngiliz aktrist Jane Birkin’in kızı olan Charlotte Gainsbourg gibi, Fransızların bağırlarına bastığı ünlü bir aileye sahipseniz, geriye başka bir seçeneğiniz kalmıyor.

Tabii çevresel etkilerin dışında bir de genetik etkiler var ki, onlara karşı gelmek diğerlerine gelmekten daha zor. Dolayısıyla Charlotte’un henüz okuma yazma öğrendikten sonra kendini tutamayarak bir star haline gelmesine şaşırmamak gerekiyor. Ancak bu gen oyunu ortaya Charlotte’un hayatını ikileme düşürecek bir tehlike de barındırıyor. Babanın şarkıcılık geni ile annenin oyunculuk geni arasında kalan Charlotte hayatı boyunca bu iki tutkusu arasında gidip geliyor mecburen. Bir de sanat hayatına bu ikisini birden aynı anda yapmaya başlayınca durum iyice karmaşık bir hal alıyor. 13 yaşında yaptığı ‘Charlotte Forever’da babasıyla seslendirdiği ‘Lemon Incest’ hem oyunculuğunu hem sesini konuşturduğu, gözler önüne çıktığı ilk performansı oluyor. Baba destekli Charlotte Forever, Serge Gainsbourg’un şarkı sözleriyle Charlotte’un seksi lolita sesiyle beyinlere kazınıyor. Yaşına göre sesini oldukça yerinde ve farklı bir şekilde kullanmayı beceren Charlotte’un şarkı söylemek tam hoşuna gittiği sırada ise, 15 yaşında rol aldığı “L'Effrontee” ile Fransızların -Oscar’dan ünlü olmasın- ünlü Cesar ödülünü alınca durum tamamen değişiyor. Baskın genin Charlotte için sinema olduğuna karar veren oldukça büyük bir merci olunca geriye yapacak pek fazla birşey de kalmıyor dolayısıyla. L'Effrontee gibi bir yapımla daha ilk göze çarptığı anda herkesi büyüleyen bu minik kızın daha sonra ikinci Cesar ödülünü kendisine getiren Jane Eyre uyarlaması “La Buche” ve “21 Grams” gibi birbirinden naçizane filmlerle yoluna devam etmesi kaçınılmaz bir hal alıyor. Sonuçta kendisi müzikten ve dinleyenleri onun seksi Fransız aksanlı ingilizcesinden mahrum kalıyor. Ancak Charlotte’un tüm bu başarıları yaşadığı sıralarda kafasının bir köşesinde kalan tek tutkusu ise tabii ki müzik. Anneden gelen baskın oyunculuk geni onun ahenkli sesini bizden esirgese de belli bir noktadan sonra Charlotte’un müziğin bir yerinde olma isteği hayatının her döneminde ay gibi ortada. Zaten kendisi de bunu inkar etmiyor.

Şarkı söylemenin her zaman kendisi için bir tutku olduğunu her firsatta dile getirdiği zamanlarda Radiohead, Beck ve caz müzisyeni Brad Meldhau’yu cümlenin sonuna ekleyen Charlotte, film çekimleri için Avrupa şehirlerini turlarken arada bir stüdyo kokusu almayı unutmuyor bu nedenle. Yıllar sonra “Love etc.”nin film müziği için stüdyoya girdiğinde içindeki tutkunun iyice etkisine giren Charlotte’u kankası Madonna’nın ‘What It Feels Like For a Girl’ünün sample’ında, Damon Gough nam-ı diğer Badly Drawn Boy 2002 albümündeki ‘Have You Fed the Fish?’ şarkısında geri vokalde, Fransız şarkıcı Ètienne Daho’nun albümündeki ‘If’ şarkısında duyuyoruz. Bu gelişmeler aynı zamanda kopmayan bağın ve tırlamayan genin bir göstergesi hatta daha sonra hayata geçen bir albümünde sessizce ilerleyişi. Bir dönemin lolitası ve ahenkli sesi olarak geçmişinde başarılı işlerle adını sinemaya altın harflerle yazdırmanın rahatlığıyla ortaya çıkan 5:55 ise bu ilerleyişin Charlotte ile birlikte hepimizi götürdüğü nokta.

Fransa’da Radiohead konserinde Air’den Nicolas Godin ile tanışması sonucunda tam olarak kafasına bir albüm yapma fikri yerleşen Charlotte’un elinden geçtiğimiz güz raflardaki yerini alan 5:55, yılların tutkusu ile ortaya çıkmış bir Fransız lokumu tadında. Tabii bu tadın kaynağı içindeki malzemenin çeşidinden kaynaklanıyor. Albümün prodüktörü ünlü Nigel Godrich’den başlanıp, Jarvis Cocker, Neil Hannon, Jean-Benoit Dunckel, David Campbell, Tony Allen, Fela Kui ve Brain Eno ile sonlanabilecek bir yetenek listesi albümün arka planında bulunuyor. Dolayısı ile ortaya kötü birşey çıkması leyleklerin sıcak ülkelere göç etmemesi kadar imkansız.

Fransız bir baba İngiliz bir annenin ortak yapımı olmanın farkını bu albümde de hissettiren Charlotte’un garip aksanı ve seksi sesi sizi 5:55’de en çok etkileyen şey oluyor. Şarkı sözlerinin günlük kalp kırıklıklarından bahsetmesi bir Fransız için kaçınılmaz olurken, dünyada duyabileceğiniz en ince İngilizce Charlotte’un dilinden dökülüyor. Şarkılarının hepsi en az kendisi kadar narin. Hele bir de insanın içini burkan piyanonun neredeyse tüm parçalarda karşımıza çıkması albümü iyiden iyiye kristalleştiriyor. Akustik gitarıyla dinleyeni sarsan parçası ‘Everything I Cannot See’ sizi bambaşka bir yerden yakalarken, ‘The Song That We Sing’ hareketli gitar riffleriyle şaşırtıyor. Ancak bu hareket albümün genelindeki durağanlığı ve hüznü bozacak kuvvette değil. Zaten amacın kesinlikle bu olmadığını en başından beri seziyorsunuz. Hatta 5:55’in, sinemada büyük başarılar yakalayan Charlotte’un tam olarak müzikteki yansıması olduğunu söylemek abartılı olmaz. Tıpkı bir Fransız filmi gibi kırılgan duyguların uzun uzun anlatımını dinliyorsunuz tüm parçalarda. Tabii bu arada babadan gelen genin baskınlığına şükrediyorsunuz.

Charlotte Gainsbourg iddiasız bir şekilde yola çıktığı sanat hayatında yine çok iddasız ama başarılı bir şekilde devam ediyor sonuç olarak. Soğuk ama seksi, hırssız ama azimli, mutlu ama durgun tavrıyla sinemada elde ettiği başarıyı müzikte de elde ettiğini söylemek yanlış bir yorum olmaz.

Bay Luomo bayan house


Tüm DJ’lerin başını masalarına dündüğü anda kafasını kaldıran Ripatti’nin kadınlarla arası en iyi olan projesi Luomo, geri döndü!

Bir DJ olmanın en güzel yolu birçok kişiliğiniz olmasının kimseyi şaşırtmaması hatta heyecanlandırması olmalı. Eğer DJ’seniz kendinizi ifade edebileceğiniz birden çok proje sayesinde bir isminizde bulamadığınız huzuru bir başka kişilikte bulabiliyorsunuz. İşte tam bu nedenle DJ’in çok projeli olanı daha makbul. Tıpkı Vladislav Delay ile minimal soyut ve dub takılan Sasu Ripatti’nin house müziğe yeni bir soluk getiren projesi Luomo’da olduğu gibi başka türler ortaya bambaşka kişilikler ve hayranlar çıkartıyor. Tabii bu arada bu sanatsal kişilik bölünmesinin üzerinden başarıyla gelen Ripatti’nin ne kadar yetenekli olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Çok küçük yaşlarda Miles Davis’in büyüsüne katılıp müzik yapmaya başlayan sonrasında elinde olan yaratma gücünün farkına vararak birçok projenin as adamlığını yapıp prodüktörlüğe uzanan çizgisi Ripatti’nin özgeçmişini oluşturuyor. Caz ve dub konusunda yıllardır yaptığı çalışmaları hemen her projesinde elektronik alt yapının üzerine başarıyla oturtması ise süregelen yaşam hikayesi. Sistol, Conoco, Uusitalo adı altında değişik ambianslar peşinde koşan ripatti’nin mevzu bahis projesinin adı ise house müzik alemine pabucunu ters giydiren Luomo.

Luomo Ripatti’nin en yaratıcı karakterlerinden biri. DJ kabininde cool takılmaktan sıkılmış biri olarak farklı şeyleri deneyen ve işin içine hoş, iç gıcıklayan vokalleri katma yoluna gitmiş bir şahsiyet. Üstüne üstlük bu fikir daha öncesinde çok fazla DJ’in aklına gelmediğinden şahsına münhasır bir kişilik olduğu bile rahatça söylenebilir. Hatta rahatsızlanmadan önce Kylie’nin havuz kenarında fısıldadığı ıslak ve sıcak ‘slow’larının fikir babası olduğu dedikodularının haklı bir yanının olduğunu herkes içten içe kabul ediyor. Popun dans için vazgeçilmez bir tını olduğunun farkına varması herkesten bir pay önce olan Ripatti’nin formülünün başarısı ise gerek Kylie’nin parlak dönüşünden gerekse kendisinin elektronik müzikseverlerin üzerindeki yüksek etkisinden anlamak mümkün. Disco house, funk ve popun en tatlısının bir araya geldiği bu müziği dans pistelerinin kabullenmemesi beklenemezdi zaten.

Minimal house’un etkisinden hiçbir zaman çıkmayan yapısının üzerine eklenen, soul, sıcak dub efektleri Ripatti’nin neredeyse Luomo adı altında yayınladığı albümlerin tümünün tarifini veriyor. Tam ben bu ritmi bir yerden tanıyorum ayıklığına varacakken, loopların ve sound’un alt yapısını çözecekken size bambaşka bir karışım sunarak alıklaşmanızı sağlıyor kısaca. Seksi olduğu her halinden belli olan bir bayan kulağınıza birşeyler fısıldıyor mesela ya da derinden gelen bir enstrüman sesi sizi bambaşka bir yere götürüyor. Dolayısıyla siz tam çözdüğünüzü düşündüğünüz noktayı çoktan kaybetmiş oluyorsunuz. Kaldığınız noktayı arayıp bulmak için ise geri dönecek bir haliniz olmuyor. Çünkü değinildiği üzere bu tatlı seslerden kopup işin teknik kısmına giremeyecek kadar uyuşmuş oluyor dinleyici. İşte bu nedenledir ki sadece elektronik müzik dinleyicisi değil, bu işle uğraşan DJ’lerin birçoğu kendilerine açılan bu kapının ışıltısıyla büyülenmektedir uzun süredir. Luomo ile House müziğin başka bir yerinden yakalamayı başarmış Sasu Ripatti ise özünü iyi bildiği bu müzikle oynarken en havalı halini takınıyor haklı olarak.
Ripatti’nin değişik denemeler içeren serin müziğini en önemli silahlarından biri vokaller. Elektronik müziğin loopları arasında tekrar eden tek düze sözcüklerin yerini alan yine mesafeli ama daha dozunda sözler şarkıların sizi doğru yerden yakalamasını sağlıyor. Ayrıca Ripatti’nin bu vokaller üzerinde de başarıyla oynadığını söylemek kimseyi şaşırtmayacaktır. Bazen enerjik, bazen soğuk müziğin içine yerleştirilmiş Raz Ohara, Jojanna Niemela ve kız arkadaşı Antye’nin vokallerini kullandığı “The Present Lover” bunun en güzel örneklerinden oluşuyor. “Vocalcity” ile romanizmin doruklarına çıkıp house müzikte herkesin gözünü açan Ripatti’nin “The Present Lover” da belirlediği yoluna devam etmesi kendisinin işi kavradığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Şimdilerde kulaklarımıza ulaşan “Paper Tigers”a bakıldığında ise Ripatti’nin yarattığı müziği tam olarak ele geçirdiğini görüyoruz. Kendisinin diğer ismi lazım olmayan projesiyle benzer noktalar konusunda konuşmak, kimsenin yararına olmayacağında kısaca değinmek yeterli olacaktır. “Tulenkanjatha”nın kırılgan Synth’lerinden nasibini almış kaplanla karşılaşsakta bunu çok fazla abartmanın bir gereği yok. Ne de olsa kişiliği bölünmüş sanatçı aslında tek bir kişiden oluşuyor.

“Paper Tigers” en az cd kapak tasarımı kadar hoş bir bütünlük içerisinde ilerliyor. Birbirine tamamen kaynamış türlerin üzerine yine büyük bir başarıyla oturan kadın vokal, parçadan bir an bile kopmamanızı sağlıyor. Dolayısıyla ilk dinlediğinizde kulağınıza ulaşan “Paper Tigers” ikinci dinlediğinizde artık bambaşka bir hal almış oluyor. Gittikçe kaynayan ve üzerinize yapışan bir müzik - vokal ikilisiyle karşılaşıyorsunuz. Özellikle albümün favorisi olarak gösterilen ‘The Tease is Over’da bunu hemen hissetmek mümkün. Hatta oldukça iddialı sayılabilecek ve müzikten daha önde duran bu kadın vokalin etkisinden kurtulmak biraz zamanınızı alabilir. Daha sonrasında ise albümde başınıza gelebilecek en iyi şeylerden biri olan ‘Let You Know’un ellerine kendinizi hiç kuşku duymadan bırakabilirsiniz. Daha hareketli bir tabanın üzerine oturan ve bu defa defalarca aynı şeyi tekrarlayan kadın vokalin robotik seslerle birleşimini izlemek dinleyiciye değişik bir haz veriyor. Luomo’nun yemek tarifinin tadının damaklara yayıldığı an olduğu söylenebilir. Diğer parçaların birbirinin devamı şeklinde ilerlemesi ise albümün bir çırpıda sona ermesinden başka birşey ifade etmiyor.

Ripatti yani nam-ı diğer Luomo, elektronik müzik camiasına kızları en uygun yerinden sokarken, elindeki malzemeyi de konuşturmanın yolunu bulmuş bir şekilde yine projesinin meyvelerini toplayacak gibi duruyor. Üstüne üstlük bunu yaparken hiç de zorlanmayacak. Çünkü arkasında yaptığı yenilikle kendilerine yeni bakış açısı getirdiği bir DJ ahalisi ve dans pistlerine renk katan sounduyla hayran bıraktığı bir dinleyici kitlesi bulunuyor. Sadece eğlenmek için müzik yaptığını söyleyen bir şahıs için fazla başarılı bir proje insanı olduğu hemen göze çarpan Ripatti’nin en sevdiği tarafı Luomo mudur bilinmez. Ancak en havalı karakterinin bu projede ortaya çıktığı bir gerçek. Kulağımıza ulaşan tüm buğulu kadın vokallerin efendisi gibi davrandığı albüm çalışmaları ise bu ruh halinin en güzel yansıması.

Dünya üzerinde kalan son iki solcu!

Söylenen sözlerin sadece Bush’a olduğunu sananlar büyük yanılgı içindeler. Get Evens’dan herkes nasibini alacak!

Mevsimler kışa dönerken halen muhteviyatında herhangi bir şekilde hip hop ya da R&B aksak ritmini barındıran şarkılardan hoşlanmayanlarımız, huzuru indie de buluyor. Birçoğumuz için popun kıç sallatacak ritimlisi, rockın indie motiflisi, kadının kalçalısı makbul. Tabii bu arada şarkı sözleri üzerinde hiç kafa yormaya gerek yok. Çünkü dünya üzerinde en dertsiz yaratıklar, şarkı sözü yazarları ve onların parçalarını dinleyen bizleriz. Bu kadar hızlı tüketilecek mallar önümüze tüm şatafatıyla sunulmuşken, başka türlüsü beklenemezdi zaten. Dünyada olup bitene kayıtsız kalmış insanlar olarak ezikliğimize eziklik katarak geçiriyoruz günlerimizi.

Geçtiğimiz ay yayınladığı albümünde baştaki birkaç satırı ayrı tutarsak bu problemlerden bahseden The Evens’ın dünya üzerindeki varlığı neyse ki bize bunları hatırlatıyor. Sağolsunlar, neler yaşadığımızı bize bıçak gibi sözlerle anlatıyorlarda kafamızı yumulduğumuz diğer türlerin üzerinden kaldırabiliyoruz. Dünya üzerinden kalmış son iki solcu olmaları muhtemel grup üyeleri kendi isimlerini taşıdıkları “The Evens” albümüyle hızlarını alamamış olacaklar ki, aynı ağır sözlerle bezenmiş ikinci albümleri “Get Evens” ile karşımızdalar.

80’lerin sonunda en tanınmış projesi Fugazi ile yine içinde kopan fırtınaları dinleyenleriyle paylaşan Ian MacKaye, yanına Amy Farina’yı da alarak daha sade ve sakin bir anlatım yolunu tercih ediyor bu defa. Ancak bu, daha pasif bir hareket olarak algılanmasın, kendileri yine ağızlarına gelenleri hiç gecikmeden dışarıya vurmakta herhangi bir çegincede bulunmuyor. Fugazi’den alınan gazın aynı şekilde beyinlere verildiği, ilk Evens parçasından itibaren kuvvetle seziliyor. MacKaye’nin elinde yine nerde nasıl kullanacağını iyi bildiği gitarı ve sesi var. Ve yine Farina’nın elinde azımsanmayacak bir yetenekle kullandığı davulu ve sesi bulunuyor. MacKaye’in daha kızgın bir üslüba sahip olduğu Fugazi’den bir fark olarak daha kibar ifadeler buluyoruz bu projede. Fugazi, daha hırçın ve daha sert bir müziğe sahip olmasına rağmen içine girdiği punk’ın birçok öğesini dışında tutuyordu. Konserlerinde içki ve sigara tüketimini doğru bulmayan, ‘sağlıklı kafa sağlıklı bedende bulunur, yarın öbür gün devrim için kullanacağın bedenini ise bu gibi kötülüklerle zayıflatmamalısın’ görüşünü benimsemiş şahsına münhasır bir yapıya sahip grupta MacKaye’in sesini daha kalın ve gür duyuyorduk. Fugazi dinleyicilerinin pogo yapmalarını bile istemeyecek, bunu fazla maço bulacak kadar ağır solcuydu. The Evens ise Mac Kaye’in ilerleyene yaşından mıdır bilinmez daha hafif bir tarz ile karşımıza çıkıyor. Ancak, yine koyu bir solculuğu ve söyleyecek çok fazla sivri lafı olduğu bir gerçek. Bu serüvende yanında kendisine yoldaşlık edecek kişi ise, eski The Warmers üyesi, en az kendisi kadar solcu Farina. Ikisi de geçmişlerinden gelen haykırma, devamlı uyanık olma geleneğinden kopmadan müzikal rotalarını değiştiriyor sadece. Kısaca buna Punk kardeşliği de diyebiliriz.

Aslında iki karektere de bakıldığında, müziğin kitlelere ulaşmada bir araç olduğunu görüyoruz. Basit enstrümanlardan oluşan punk ve şimdilerde iyiden iyiye minimalistleştirdikleri müzikal alt yapı bu savı destekliyor diğer yandan. Gerçi Mac Kaye, “müzik kutsallığın gizemine sahiptir ve bu iletişim için çok farklı bir yoldur” diyerek, saptamanın fazla zekice olmadığını kanıtlamaktadır. The Evens hararetli davul vuruşlarının üzerine Ian’ın serpiştirdiği gitarlarla söylemek istediklerini dile getirmenin bir yolunu bulmuştur aslında. Geçmişte bunu çok defa yaptıklarından şimdilerde daha usta bir sesle ve anlatışla karşımıza çıkıyorlar, hepsi bu. Sanki derdini anlatmak için MacKaye gitarına daha sert vurmaması gerektiğini öğrenmiş ve Farina’da aynı şekilde naïf bir ses tonuyla da bunun üzerinden gelinebileceğini anlamış gibi. Ikilinin hemen her konuda aynı levelde olduğunu söylemek abartılı olmaz. Birbirlerini hissettikleri, yaptıkları müziğin kendi bölümlerine kattıkları duygudan hemen belli oluyor. Bu nedenle neredeyse hiçbir Evens şarkısında kulağınızı tırmalayan bir çıkış görmüyorsunuz. Sizi rahatsız eden şey sadece ve sadece gerçekleri yüzünüze vurmaktan hiç çekinmeyen şarkı sözleri oluyor.

Grubun isimleriyle aynı adı taşıyan “The Evens” albümünde hemen her şarkıda verilen politik mesajlar yeni albümde de karşımıza çıkıyor. Özellikle Bushgillere duyulan kin ve nefreti damarlarınızda hissediyorsunuz. Yurdumuz normal vatandaşı için çok da garip karşılanmayacak bu nefret ya da dile getiriş emin olunmalı ki bir Washington DC’linin dile getirişiyle aynı şeyi ifade etmiyor. Bu nedenle yaptıklarının kayda değer olduğunu göz önüne almak gerekir.

Ilk albümün kendi hesaplarıyla pek meşgul olduğunu şarkı sözlerinde ifade ettikleri ‘All These Governors’ parçasının ve insanları koruma adına kafalarına bomba yağdırıp onları korkuttuğunu bağırındıkları ‘Crude Bomb’un yerine geçebilecek yeni album parçaları ise, kuşkusuz şehrin devlet güçleri tarafından kuşatıldığını anlatan ‘Everybody Knows’ ve başkanla derin bir konuşmaya girilen ‘Dinner With The President’. ‘Everybody Knows’da yetkililere “kovuldunuz” diye bağırarak öfkelerini dile getiren ikili, ‘Dinner With The President’da başkanla hayali bir konuşma yaşıyor. Yani kısaca ‘seninle yemek yeseydim bunları söylerdim’ derken, ne demek istiyorsa açıktan ifade ediyor kurnaz sayılabilecek bir anlatımla. Albümde dikkat çeken ve ağır sözler içeren diğer şarkı ise ‘Cut From The Cloth’. Bu parçada sadece Bush değil Bush’a oy veren seçmenlerde azarı yiyor. “Insanlar nasıl oluyorda bir caniyi onaylayarak geceleri uykuya dalabiliyor ve kendi yok oluşları için oy kullanabiliyor.” Sözleri, o zamana kadar ‘aaa Bush’a ne diyor’ diyen insan topluluklarının yüzlerini kızartıyor. –ya da öyle olmasını umuyoruz-

The evens bir yandan derdini en basit müzikal alt yapıyla ve en ağır şarkı sözleriyle anlatmaya çalışırken bir kalıbın içinde kalmaktan da uzak duruyor. Kendilerinin kuru gürültü yapmadıkları ise, ucuza satılan Cd’lerinden ve konser biletlerinden, konser gelirlerinin yardım evlerine bağışlanmasından ve kendilerinin kurduğu ve büyük şirketlerin ağına düşmekten her dafesında korunan plak şirketleri Dischord’dan anlayabiliriz. Bu nedenle söyledikleri sözleri büyük bir açık yüreklilikle dile getirdiklerine kuşku yok. “Hafiften solcuyuz, konserlerimizde hafiften politik mesajlar veririz ama yarın öbür gün başkanla karşı karşıya geldiğimizde saygıda kusur etmeyiz. İnsan haklarını çiğneyen ülkemizi görmezden gelir, dünyanın bir kısmına da insan haklarını çiğniyorlar bahanesiyle konsere gitmeyiz “ demogojisinden çok ama çok uzak bir bakış açısı onlarınki. The Evens dertlerini dile getirmenin yolunu müzik olarak belirlemiş iki ruhun yansıması. Samimiyetleri ise ağızlarından çıkan ilk sözden, enstrümanlarından çıkan ilk notadan hemen belli oluyor.

My Name is Coconut, Senor Coconut


Fiji’nin güzel ve sıcak kızlarının, altın sarısı sahillerinin ve olgunlaşmış muzlarının yanında giden en iyi Alman!

Mesele ‘tropik’ olunca kulağımıza gelecek müziğin hemen hemen nasıl birşey olduğunu hepimiz biliriz. Şili’nin parlak kumlarında hayatımızı geçirirken tropikal havaya uygun, marimba ve trompet sesleri zaten arkada fon olarak çalmaktadır. İsteğe gore bu senaryoya güzel Şilili kızlar, erkekler ya da yetişkin muzlar ekleyenebilir. Ancak arkada böyle bir fon olmadan bu müziği oturupta dinleyene pek rastlanılmaz, kimse evinde otururken böyle bir müzik açıp bir mambo’ya, bir cha cha cha’ya kendisini teslim etmez. En son bu tınıların duyulduğu yer, ancak hikayesinin bir tropikal bir adada geçtiği bilgisayar oyunu olabilir. ( Örneğin; Chrash Bandicoot) Ancak, daha önce Senor Coconut’la tanışmış olanlar bilirler ki, tropical tınılarla birleşen bir electronica kadar tatlısı yoktur. Bir yanda sıcak mı sıcak sesler ve vokalin kulağınıza mırıldandığını düşünürken, alt yapının son derece yalın tekrarlardan oluştuğunu düşünün ve boynunuza geçirilen çiçek kolyesi ile bu eğlenceli müziğe adım atın. İçeriye girdiğinizde duyduğunuz parçayı bir yerlerden hatırlıyor olacaksınız, şaşırmayın. Çünkü çalan parça Latin sound’u ile birleşmiş bir Mıchael Jackson ‘Beat It’i, Sade ya da Kraftwerk cover’ı olabilir. DJ kabininde sarışınlığıyla dikkati çeken kişi ise, bu tatlı müziğin babası Uwe Schmidt, nam-ı diğer Atom Heart’den başkası değil. Garip bir melez olduğunu hemen göze çarpan, dünyanın tek Alman/Şili kökenli grubu, Alman elektrosunun ve Latin sound’unun dibine vurmuş Senor Coconut ise, kafayı bu iki müziği birleştirmeye takmış Schmidt’in en tanınmış projesi.

Hayatta gelmez diye düşündüğünüz bir Alman ve bir Şilili yanyana gelmiş ve dünyanın en tatlı melezi ortaya çıkmıştır. Bu garip ve şaşırtıcı melez daha once dünya üzerinde adı sanı duyulmamış Nova Jaro, Jive Eclectio ve Samba Virtual gibi türleri yaratır. Tropikal ezgilerin tamamının büyük bir ustalıkla kullanıldığı kes-yapıştır yöntemi ile yaratılan parçaların o kadar değişik bir havası vardır ki, bir yandan atlayıp zıplayabilir, diğer yandan cha cha yapabilirsiniz. Elektro, tekno, endüstriyel hiç farketmez bütün türler itina ile yeni icat edilmiş Nova Jaro’ya ya da Jive Eclectio gibi türlere dönüştürülebilir. Siz bu değişimi dinlerken, parçayı istediğiniz yerden yakalabilir, isterseniz sadece sıcak deniz tınılarına takılır, isterseniz bir elektronik tutkunu olarak olaya tamamen teknik açıdan yaklaşırsınız. Kesinlikle her iki taraftanda baktığınızda dedikodusunu yapamayacağınız bir sarışın Latin dilberi bulursunuz karşınızda.

Senor Coconut kadar güçlü bir müziği yaratan grubun tamamen tesadüf eseri ortaya çıkması ise, yine tesadüf eseri Şili Santiago’ya taşınan Shcmidt’in El Gran Baile ile değişik birşeylerin peşinden koşmasıyla başlıyor. Uzun yıllar boyunca Avrupa’nın dans pistlerinde boy göstermiş ve deneysel yapısı nedeniyle hemen kabul kabul görmüş Shdmidt’in, aynı enerjiyi yeni yerleştiği topraklara yöneltmesiyle ve El Gran Baile’nin bu projeye balıklama atlamasıyla Latin Excotica olarak nitelendirilen bir yıldız doğuyor. Atom Heart olarak daha deneysel ve daha sert geçişler kullanan Shdmidt, bu projesinde daha yumuşak ve daha birbirine geçmiş çalışmalar yaparak, iki müziği tam olarak üst üste oturtuyor. Çok daha iyi oturan bir müzik çok daha geniş bir kitle için merak uyandırıyor. Tabii bunun yanında dikkatleri üzerlerine çekmeye neden olan cover’ları da unutmamak gerekir.

Grubun dinleyeni kendisine çeken en önemli tarafı ise deneyselliği. ‘Tamam, bu iki ses bir araya çok güzel oturdu, bu şekilde devam edelim’ gibi bir tercihtense Schmidt, her albümünde farklı bir şeylerin peşinde koşmaya devam ediyor. Bunu ilk albümlerindeki kayıtlar ve denemelerden sonra gelenlerde görmek hemen mümkün. Yolun başında “El Baile Alemán”da Kraftwerk gibi dans müziğinin ilahlaşmış grubunun ‘Showroom Dummies’, ‘Trans Europe Express’, ‘Autobahn’ gibi hitlerini, Latin ritimleri ve enstrümanlarıyla cover’layan ve tropikal stilinin mihenk taşlarını yerine oturtan Shcmidt, sonrasında Sade’nin "Smooth Operator," ve the Doors'un "Riders on the Storm"unu cover listesine ekleyerek, daha yumuşak bir sounda geçiş yapıyor. Yani albüm ismiyle eşdeğer fiesta havasında bir “Fiesta Songs” ortaya çıkıyor. Sonrasında ise, Essay Recording bünyesine dünyanın gelmiş geçmiş en farklı albümlerden birini katarken, kes-yapıştır tekniği ile Şili kültürüne giriş yapan Shcmidt’in, artık damarlarında tam anlamıyla bir melez kanı aktığına şahit oluyorsunuz.

Ancak müziğin etkisiyle herhangi bir mayışma haline geçenler hemen uyarılmalıdır. Çünkü Schmidt’in son olarak üzerinde çalıştığı albümünde karşınıza yine çok farklı bir çalışma çıkıyor. Cover üzerine ihtisas yapmış DJ’imizin son durağı Kraftwerk’ten sonra Japonların Kraftwerk’i olarak adlandırılan Yellow Magic Orchestra’nın parçaları. İlginç fikirleri hayata geçirmekteki ustalığını ortaya koyan Schmidt, bir şekilde kendisine yıllar önce verilen YMO albümünün bazı parçalarıyla tekrar yüzleşmek istiyor. 70’lerin sonlarında, 80’lerin başlarında dans alemlerinin en tanınmış gruplarından olan ve eğlence odaklı müzikleriyle karanlık elektronik ritimlerden uzak duran YMO, bu yeni cover’lar için biçilmiş kaftan. Hikayenin tamamına gerek olmayan, grup üyesi Oscar ve Grammy ödüllü besteci Ryuichi Sakamoto ile tanışan Schmidt’in kabul gören tarzı sonrasında başlayan çalışmalar, bizi geçtiğimiz haziran ayında kulaklarımıza ulaşan “Yellow Fever”a götürüyor. “Yellow Fever”, Schmidt’in de itraf ettiği gibi kendisinn geldiği son level. Albümün diğer albümlerin başarılı bir karşımı olduğunu sözlerine eklerken, kes yapıştır sound’un yanına eklenmiş farklı denemeler, hemen dikkatleri çekiyor. ‘My name is Coco’ adlı mükemmel bir şarkıyla açılış yapan albüm bu defa Şili’nin bilindik sahillerinden daha öteye götürüyor. Birbirinden yetenekli kompozitörlerin aynı anda iş başında olduğunu anlamak için ise uzman bir kulağa gerek yok. Yılın en eğlenceli albümlerinden biriyle tanışmanın sevinciyle birlikte, elektronik müziğin harikalarıyla tanışmanın keyfine varılıyor.

Senor Coconut, bir grubun isminin ne kadar güzel olabileceğinin, elektroniğin ve pozitif bir müziğin birlikteliğinin ortaya ne koyabileceğinin ve profesyonel müzik adamlarının meraklarının ne kadar güzel işler çıkartabileceğinin en iyi örneklerinden. Artık cha-cha yapmak için Latin ülkelerinde herhangi bir diskoda olmak zorunda değilsiniz, Latinlerde elektronica’nın keyfine varmak için sıcak ülkelerinden uzaklaşmak zorunda değil. Hatta bu birlikteliği yakından görmek isteyenler, bu ay içinde Babylon’da sahne alacak Latino Excotica-Senor Coconut’ı izleyebilir. Cha-cha-cha.

Bize bir masal anlat Joanna


Pireler berber iken develer tellal iken Amerika’nın bağrından kopmuş bir genç kız çok da güzel olmayan, çocuk sesiyle şarkılar söylemek istemiş. Ve söylemiş. Masalda burada bitmiş…

İsmini ilk duyduğumuzda bir kasabada dünyaya geldiği hissi hemen içimize doğan, genç yaşına rağmen oldukça büyük laflar etmekten kendisini alamayan, yaptığı müziğin herhangi bir yeni akıma dahil olduğunu düşünmeyen, rüyalarını tekrar yaşıyormuş gibi anlatabilmeyi iyi becerebilen ve gittiği heryere ‘stacy’ adlı arpını taşıyan Joanna Newsom büyümüşte küçülmüş gibi konuşan çocuklardan hoşlanmayanların ilgisini çekmeyebilir. Ilk başta onun çocuksu ses tonunun üzerine dizilen sözler kulaklarınızı tırmalayabilir ve anlamsızlık içinde kıvranmanıza neden olabilir. Ancak ne dediğine kulak asarsanız göreceksiniz ki, bahsettikleri dünyanın en detone sesiyle kulaklarınıza ulaşsa bile sizi cezbedecek türdendir.

Nevada City’nin hayallerle dolu günlerini kafiyeli ve ince sözlerle işlemeyi becerebilen ve damarlarında akan kanın tüm tınılarını ustalıkla kullanmayı çok küçük yaşlarda keşfeden bu küçük kız, geçtiğimiz son beş yılın en iyi keşiflerindendir aynı zamanda. Bu arada küçük kız derken kendileri, tüm küçük kızlar gibi bu sıfat tamlamasının söylenmesinden hiç hoşlanmaz. Size çocukça ses tonuyla anlattığı şeylerin derinliğinin anlaşılmamasından korkusundandır bu. Yoksa herhangi bir kompleksten kaynaklandığını düşünmeyin. Zaten kendisinin son derece kompleksiz olduğunu sesinin sınırlarını zorladığı şarkılardan hemen anlıyoruz. Güçlü bir sesi olmadığını bile bile kendi yazdığı şarkıları, kendi duyguları ile milyolarla paylaşma seçimi, kesinlikle onun en saf halini gözler önüne seriyor. Daha çok küçük yaşlarda diğer çocuklardan kendisini ayıran en büyük özelliği arp çalmaya olan merakı, ailesininde desteğiyle karşılaştığında hayatta kendisini ifade etmenin gücüne varıyor yüksek ihtimalle. Işte tam bu nedenle sahne aldığında hiç susmayan, ama güzel konuşan bir minik kız gibi nefesini tüketmekten çekinmiyor.

Joanna, kendini ifade etmenin sadece elindeki değişik tekniklerle kullandığı arpla olmayacağını hissetmeye başladığında ise, diline dökülenleri kağıda aktarmakta gecikmiyor. Ancak yalın ve en saf biçimiyle çalıp ses çıkartan küçük kız, söz yazarlığında bu kadar basit düşünmüyor. Arpından çıkan tek tonlar ve sakin müziğin yerini sözler aldığında tüm karmaşıklığıyla karşımıza çıkıyor. Sözcüklerle oynamayı çok sevdiği halleri, hemen her şarkıda karşınıza çıkabiliyor. “Tenin çayıma batırdığım kurabiye gibi” derken kendisinin anlam kullanımındaki becerisini de hemen kabulleniyoruz. Anlattığı hikayelere bakıldığında ise, hayat hakkında anlatacak çok fazla şeyi olduğunu kavramak zaman almıyor. Söylediği gerçeklerin ya da ufak uyandırışların çocuk sesiyle size sunulması, bünyede bir karmaşa yaratmazken kapılarınızın aralanmasına neden oluyor. Işte tam da bu nedenle Joanna Newsom’un yaptığı müzik masalsı olarak tanımlanıyor aslında. Her dinleyenin aynı kanıya sahip olduğu bu parçalarda bir masal soğukkanlılığı oluyor. Bir çocuğa anlatılıyor, tamda uyutulmadan once. Içinde prensler, prensesler ve hain cadılar bulunuyor. Çocuklar uykudan önce dinledikleri bu masalla hayal alemine yavaştan bir geçiş yaparken, aynı zamanda hayat hakkındaki ilk derslerini de almış oluyorlar. Zihindeki elektriklenmeler yerini hoş hormonlara bırakırken, gerçek sözler ağızdan çıkıyor. Büyük bir sakinlik içinde kötü kalpli cadının prensesi zehirleyişini dinleyebiliyorsunuz. Işte aynı sakinlikle ve çocuk tavrıyla Joanna size “hem dua ettiğini söylüyorsun, hem de bir sorunun olmadığını” diyebiliyor. Siz ise sadece ‘evet haklı galiba’ diyorsunuz gözleriniz yarılanmış bir şekilde.

Joanna’nın bu yalın ve masalsı tarzı illede birileriyle akraba olmalı diye düşünüldüğünde Björk’ün teyze kızı oladuğu gerçeğine ulaşılabiliyor. Ancak çok gerekli midir böyle bir benzerlik, orası ayrı bir tartışma konusudur. Her çocuk gibi şarkı söyleyene Björk benzetmesi yapmak, Joanna’nın özgünlüğüne biraz hakaret niteliği taşıyabilir. Keza daha 2002 yılında kendisinin arkadaşlarına dağıttığı ilk ep’si “Walnut Whales”de en çıplak haliyle şarkı söyleyen Joanna, bu fikirlerin ışık hızıyla beyinlerimizden uzaklaşmasını sağlıyor. Hemen keşfedilmesinin uzun sürmemesi, Devendra Banhart ve Cat Power ile turneden turneye koşması bu kanıtlara cilayı atıyor. Yeteneğini konuşturduğu ve diğer müzisyenlerle derin paylaşımlar içine girdiği Nervous Cop çalışması, Smog’a piyano ve arp desteği, “Vetiver” albümüne yine arpı stacy ile yaptığı katkıları, onun müziğin içine ne kadar nufüs ettiğinin diğer parçaları olarak tarihe kazınıyor. Bu birliktelikler son derece naïf şarkılardan oluşan albümü “The milk- Eyed mender”in oluşmasında kendisine geri dönüyor ve ortaya Pavement, Smog ve Jim O’rourke’lu dev bir çalışma çıkıyor. Eleştirmenlerin eleştirecek hiçbir yer bulamadığı bu album, kendi tabiriyle geçmiş ep’lerindeki çalışmaların temize çekilmiş hallerinden oluşuyor.

“The milk- Eyed mender” basit piyano ve arp kullanımlarıyla tamamen folk müziğin gözünü çıkartırken, çatlak ve çocuk sesler üzerine yerli yersiz oturuyor. Bazı yerlerde yeter artık diyebiliyor, bazı yerlerde garip bir şekilde çok güzel bir ses, ince bir müzik yorumlarında bulunabiliyorsunuz. ‘The book of right-on’ ilk parça olmasına rağmen album hakkında fikir verebilecek bir nitelikte değil. Ancak bunu albümün tamamını dinlemeden anlamak için müneccim olmak gerekiyor. Ani bir tanışma faslı diyebiliriz. Ancak birkaç şarkı geçipte ‘The Side of The Blue’ya geldiğinizde damarlarınızda akan kan çoktan yavaşlamış, kendinizi bu masala kaptırmış oluyorsunuz. Hep devam edeceğini düşündüğünüz bu tatlı masal ise, siz hiç farkına varmadan sonlanıyor.

Joanna çok iyi bildiği birşeyleri size anlattığından sesine ya da yaşına bakmadan söylediği herşeyi büyük bir dikkatle kaale alıyorsunuz. Işte bu nedenle profesyonel kariyerinin kısalığına rağmen ikinci albümü merakla bekleniyor. Yine bizlere ne tür bir masal anlatacak diye beklenenlere ilk izlenim olarak, yine nefes kesici bir masal içine dalacakları müjdesi verilebilir. Şarkılarını yayınlamayı düşünmeden yazan bir önceki Joana yerine daha iyi çalımış bir Joanna geliyor “ys”de. Daha umutlu, mevsim olarak daha bahara yakın şarkıların varlığı iyiden iyiye yerine oturan güveninden midir, yoksa yaşının her geçen gün ilerlemesinden mi bilinmez. Ancak yine uzun enstrumantal şarkıların üzerine bir kanaviçe gibi işlenmiş usta sözler bulunuyor. Albümün müthiş ikilisi arp stacy ve kız çocuğu Joanna yine farklı diyarlardan esintiler getiriyor kulaklarınıza. Albümler arasında üst üste dinlendiklerinde kalp krizi geçirmenize neden olacak bir değişiklik yok tabii, ancak yine de ‘Emily’ adındaki giriş parçasıyla başlayan album, bir kar tanesi kadar farklı kendi içinde. Geneline bakıldığında diğerleri kadar beyaz ve done done yeryüzüne iniyor ancak mercek altında yapısal farklılıklarını görmek mümkün. Ancak en kaba haliyle şöyle denilebilir: Joanna Newsom’un yeni masal albümü çıktı, ısrarla isteyiniz.