12 Eylül 2009 Cumartesi

Ben bir yalan uy-dur-drum


Deneysel dendiğinde insanın aklına ne geliyorsa işte bu sözcüklerin yanına eklenmesi gereken bir isim daha var, o da kesinlikle Liars. Yanınızda ruhani varlıkların sizlere tüm ihtişamlı gölgelerini göstererek dolaştıkları bir alan, bir stresli ruh halinin sonrasında hemen verilen kaos, müzikleriyle onların sizin ruhunuza ekledikleri gelgitler. İlk başta pek bir eğlence ile başlayan yolculuk daha sonrasında bir Aztec törenine dönüşüyor. Eğer tüm bu serüvene gözüm kapalı atlarım, düzensiz ruh hallerinin hastasıyım, varoluşun her türlü anlatımı beni derinden etkiler gibi meraklar içindeysen, Liars bunları derinlemesine anlatabilir.

2000’in ilk aylarında en başında hangi amaçla bir araya gelmiş oldukları tam olarak kendileri tarafından da bilinmese de “drum”un nereye geldiği kesinlikle çok önemli. Sanatın başka dallarından gelen geçmişleri onların bu farklı birlikteliklerini oluşturduğunda ortaya çıkan şeyin ne olacağı konusunda tam da bir fikirleri yoktu kısaca. Ama her bir albümlerinin birbirinden oldukça farklı yapıları birşeylerin peşinde olduklarını gün gibi açığa çıkardı. New York City’de başlayan hikayeleri birçok grup gibi sadece ilan yoluyla olan bu 4’lünün- şu an kendileri için saedece 3’lü deniyor, bir değişim söz konusu- yaptıkları müziğe bakıldığında ruh ikizlerini buldukları hissediliyor hemen. Birbirini tanımayan dört insan bir araya geldiğinde ancak bu kadar saçmalayabilir. Üstüne üstlük bu saçmalama hali ancak bu kadar müzikal bir şölene dönüşebilir. O nedenle şimdi bu grubu nasıl tanımlamak gerektiği konusunda da bir dumur yaşanıyor.‘Broken Wicth’ ile ormana bırakılan gençler yüksek ihtimalle bir ilkel topluluk tarafından yetiştirildi. Çünkü 2006’da bulundukları yerde oldukça farklılaşmış olarak çıktılar ortaya. Tamam yine çok aydınlık bir yapıları yok kesinlikle ama bu insanlar değişmeye ve işin ruhuna takılmış görünüyor. Her çıkardıkları albümde derisi daha bir soyulan bu amazonun en korkunç yılanı, ilk baştaki renklerinden kesinlikle çok daha farklı. Grubun vokalisti olan Aussie Andrew’in o istediğinde çok oturaklı istediğinde ise bir ortaokul ergen çatlaklığından farkı kalmayan sesi nasıl bir vokalle karşı karşıya olunduğunu kesinlikle ele vermiyor. Bunun yanında Liars’ın müziğinin derinlemesine hissedilmesini sağlayan “drum” hadisesi parçalarının neredeyse hepsinde o kadar sık veriliyor ki, gerçek davul ile drum machine seslerinin hangisini algılanıp hangisini beynin başka yerlerine gönderileceği konusunda en ufak bir fikri kalmıyor insanın. Kulağa gelen ilk nota ile sentetik bir müziğin içinizi sıkan tarafının bir süre sonra beyni alınmış alık bir yaratığa sokma hali ise yapılan deneysel müziğin, sizin üzerinizde yapılan bir deney olduğu hissini uyandırıyor. Gitar bas ve davulun içerisine sıkıştırılmış ne olduğu belirsiz seslerin müziğe ritim kazandırması büyük bir hayranlıkla izlenmeye başlanıyor bir süre sonra. Acaba biri bir kurşun kalemle deftere bir şeyler mi karalıyor, gök mü gürlüyor yoksa bir yerlere bombalar mı bırakılıyor.. Her an endişeli bir ruh hali ile derin bir bekleyiş içerisinde parçaların sonu geliyor. Daha sonrasında tam bunların birer bomba sesi olduğuna karar verildiğinde, bu defa yine vazgeçilemeyen drum ‘un üzerinde dans eden elektronik çığırtıların yükselişi ile irkiliniyor. Eğer gidişata bakılırsa kesinlikle bir gidişat yok. Ropörtajlarında da bundan bahsediyorlar çok şükür de bunlar ne yapıyor böyle kaçırılan bir şey mi var acaba sorularından uzaklaşılıyor hemen. Bu kadar küt kelimeler ve kaba bir müzikle ince çizgiyi yakalamak gerçekten büyük bir yetenek işi. İşte olayın güzel tarafı ilk önce algılamak da zorluk çekilen bu deneyin daha sonrasında tüm ruhu ele geçirmesi. Ama bu kesinlikle dinleyenin yeteneği ile alakalı değil. Çünkü bunu yapan yine kendileri oluyor. Bilinmeyen bir yolda yürümenin bir süre sonra insanı yorabileceğinin farkında olsalar gerek, aralarda biryerde belli bir türe yanaşmaları görmek mümkün olabiliyor. Tabi bu yaklaşma çok uzun sürmüyor. Tamam bu bir punk sound’u ya da art rock’ın içerisine rahatça oturturum dendiği anda tam anlamı ile bir u dönüşü söz konusu. O nedenle kategorize etmekden zevk alınıyorsa bu müzikden zevk almak pek mümkün olmayacak kesinlikle.

Bir zamanlar çerez olarak dinlenebilecek eğlenceli parçaların yaratıcıları yaptıklarından sıkıldıklarından mıdır yoksa farklı bir şey keşfettiklerinden midir bilinmez gittikçe uzak bir gezegene taşınıyorlar. Ayrıca büyüyüp olgunlaştıkları da bir gerçek. İlk söylemleri ile şimdikiler arasında farkların görülmesinin başlıca nedenlerinden biri de budur herhalde. Ayrıca politik bir tarafları da var, amaç bir şeylerin karşısında durmaksa o halde kesinlikle klasik davul vuruşlarının, gitar riflerinin yanında bir dünya da olmalı. Gerçi bu politik görüş müziklerindeki karşı duruşu çok fazla barındırmıyor. Grubun sinemaya olan ilgisininde bir sonucu olarak Afganistan ve Irak savaşında askerler hakkında çektikleri belgeseller belki politik bir alt yapının sonucu, ancak eleştiri, karşı durma, “Why” sorusu vs. gibi bir sorgulama söz konusu değil. Onlar daha çok 32.000 fitte nasıl cep telefonu ile konuşulabildiği ya da bir parça titanyumun nasıl kocaman jetleri havada tutabildiği konusuna eğilmişler. Yani milliyetçi bir propaganda da yapmak istediklerinden oldukça uzak, Michael Moore gibi bir savaş polemiği de. Etliye sütlüye dokunmayan, uzaktan bir bakış kameralarının alanına giren görüntü.

Bu belgesel ve kısa film denemelerini müzikle bir araya getirme ideallerini ise son albümlerinde gerçekleştiriyorlar. Geçtiğimiz aylardan birinde yayınladıkları “Drum’s not dead” bir DVD çalışması ile destekleniyor. 3 parçalarına sinematik bir anlatım hazırlanmış. Bunların yanında animasyon ve sahne arkası görüntüleriyle desteklenen 36 kısa film içeriyor. Albümün değişik, başka hiçbirşeyle bağdaştırılamayacak müziklerindeki değişiminin bir nedeni de grubun Berlin’e taşınması. Buradaki bohem tarzın ya da enerjik müziğin etkisi yadsınamaz hale gelmiş kendileri için. Ancak bu farklılaşma kesinlikle öyle bilindik, kalıplara sığdırılabilecek bir başkalaşım değil. Davulla neler yapılabileceği konusuna takık bir grup oldukları her hallerinden belli grup üyelerinin albüm ismide herşeyi açıklar nitelikte. Drum’s not dead…Ama şunu söylemek gerekir ki bir davulla farklı bir ses çıkartmak fizik kurallarına da biraz aykırı bir durum olduğundan duyulan ses yine davul sesi. Ama bu davul sesinin gittikçe ilkel bir kabileninkiyle aynı tonu yakaladığı söylenebilir. Julian Gross bu vuruşların kendilerine iyi bir masaj olduğunu söylüyor. Masaja bayağı bir ihtiyaçları olduğu daha albümün ilk parçasından kendisini ele veriyor. İkinci albümde başlayan değişik drum denemeleri hat safhaya çıkmış durumda. Kimsenin ne dediği ya da ne diyeceği çok da umurlarında olmayan bir tavırla tamtamlara abanmış grup üyelerinin gocunmaları yok. Bu değişimin kime ne hissettireceği, kimin beğenip kimin beğenmeyeceği pek de şeylerinde değilmiş gibi duruyor. Ama maksadın meydan okumak olduğu bir görüş içerisinde dinleyiciye de meydan okuyor olabilirler ki kuvvetle muhtemel fikirlerinin özü budur. Bütün bu dengesiz müziği insanın sabrını sınayan birbirinden alakasız birliktelikleri bu kadar sistematik olarak başka bir amaç uğruna bir araya gelemez.

Değişim güzel ve Drum’s not dead..Olay bu kadar basit, öyle kafa patlatmak neler oluyor burada şimdi, bunlar ne yapmaya çalışıyor gibi nafile sorulara pek gerek yok. Hele bir de Almanya ayağı başlamışken, olayın Doğu Avrupa ruh halinin bu albüme yansımaması beklenemezdi tabii. Zaten “kötü” bir müzik yapmak isteyen insanlara tarihi ve yaşanmış halleriyle gerekli alt yapı da sağlandığından, beklenilenden çok daha “bad” bir durumun söz konusu olması kaçınılmazdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder