12 Eylül 2009 Cumartesi

Köklerine dönmelisin... Çünkü en genç yerin, köklerin


Califone eğer bir ormanda yaşıyorsa, görünen o ki şu an soluklandıkları ağacın gölgesi yaprak aralarından biraz güneş alıyor. Bir önceki durağın karanlık havasından çıkmış yolcuların kafalarındaki soru ise, içinde bulundukları ortama bir hayli uygun; kökler.

“Ne olmak için savaşmanla nereden geldiğin –köklerin- birleşiyor ya da kendin olmayı –kökle birleştiğin nokta- keşfediyorsun.”

Bazı insanlar bu hayata sadece müzik yapmak için gelir ve bazen bu insanlar inanılmaz bir şekilde birbirlerini bulur. Birlikte olmaları ya da olmamaları başka ruhlarla yaşadıkları onlardan hiçbirşey götürmez ya da eksiltmez. İşte gelmiş geçmiş en güçlü experimental müziği şimdiye kadar ki bütün projelerinde barındıran Califone bu ruhlardan oluşmuş bir topluluktur sadece. Eğer söyenilenler hakında herhangi bir şüpheniz varsa yeni çıkan albümleri size belki bu konuda yardımcı olabilir. Kuvvetli referans arayanlar ise Califone’u yıllardır dinlenmesi gerekenler listesinde üst sıralara koyan Pitchfork’un bu hareketinden bir fikir edinebilir. Bir fikir edindikten sonra kendileriyle samimi bir tanışma içerisine girişmek ise kaçınılmazdır. Onlar müziğe o kadar derin nüfus etmişlerdir ki, hayat hikayelerinin içerisinde yıllardır başka hiçbirşey yoktur. Her bir grup elemanı tam bir proje insanıdır ve kimin albümü yapılıyorsa ona yardıma büyük bir heves koşar, yaratmanın heyecanıyla yanlarına biter.

1998 yılından beri Califone adı ile tanıdığımız grup aslında bir zamanların yine önemli gruplarından olan Red Red Meat’in bir uzantısı. Yani yeni albümün konusu olan köklere inersek, kendilerinin kökleri daha blues ağırlıklı bir yapıya sahip Red Red Meat. Daha sonra yola Califone olarak devam edilmesinin nedeni ise, tabii ki Nirvanaya bu kada yakın insanlar olmaları nedeniyle, herhangi bir sürtüşme değil. Daha önce değinildiği üzere grup elemanları o kadar farklı projerede çalışıyor ki, birliktelik ya da ayrılık onlar için sadece izafi kavramlar. Ancak şu da bir gerçek ki, yola Califone olarak devam edilmesinin en büyük nedenlerinden biri, burada kalıpların daha dışında, daha deneysel bir şeylerin var olduğu. Yine güçlü bir sound’u var ama daha çeşitli ve daha kendine özgü. İşte bu nedenle Califone tam sekiz albümdür istediği yola sapmanın, ama hep aynı yolda kalmanın takdirini topluyor. Geçmişten ayrılan yine önemli bir parça ise Tim Rutili’nin bu oluşumda daha söz sahibi bir konuma gelmesi. Ancak yazdığı şarkı sözlerine ve ezgilerin gücüne bakılırsa, bunun gayet doğal bir süreç olduğunu saptamak çok zor olmuyor.

Projenin ismine çok da takılınmaması gerekliliğini hatırlatırcasına, Tim Rutili ve Ben Masserella Perishable Records’u kurup çalışmalar yaparken, arkadaşlarına bu oluşumda yardımcı olan Brian Deck kendisine ait Clava kaytı stüdyosunu açıyor ve Tim Hurley’de kendi projesi Sin Ropas’ın üzerinde çalışırken, küçük kayıt şirketinin verdiği özgürlükten gelen amatör ruh enerjisiyle, son derece profesyonel bir işe kalkışıyorlar: Califone. Califone farklı ses denemeleri ve farklı ruh hallerinin diğer adı anlamına geliyor. “Flydaddy” ile başlayan macera baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Neredeyse iki yılda bir bu projeyi besleyen grubun birçok müzisyenle birlikte çıktığı turneler, gerisinde yorgun bir bünye bırakırken, diğer yandan tekrar yaratma süreci olarak Califon elemanlarına yansıyor. Üç yıla -içlerinde bir önceki karanlık seslerin en güzellerinin bulunduğu Heron King Blues’da dahil- 4 albüm sığdıran grup, bu sırada turneye çıkıp, diğer yandan Smog ve Dirty Three’nin üyeleri ve Michael Krassnr’in Fred Lonberg-Holm’lu Boxhead Ensemble’ında ve Rutili’nin de katkıda bulunduğu Isaac Brock’un Ugly Casanova projesinde ve Sonic Youth’un kuratörlüğünü yaptığı All Tomorrow’s Parties’de performans gösteriyor. Califone için “o sıra şu işi yapıyor” cümlesinin hemen yan cümlesinde “diğer yandan” bağlacı kullanılıyor. “Heron King Blues”den sonra her bir grup elemanı başka işlerine ani bir geri dönüş yapmakta gecikmiyor ancak tekrar başka işlerle nefes alan grup elemanlarından Rutili, Califone için cebinde çakıl taşı biriktirmeyi hiçbir zaman ihmal etmiyor. Kendisi için harekete geçilmesi gereken yer ise, Pysychıc TV’de ‘Orchids’ parçasını tekrar dinlemesi oluyor.

Daha önce defalarca dinlediği bu şarkıyı son duyuşunda tekrar şarkı yazmaya karar veren Rutili için neden, sanki bambaşka bir şey de olabilirmiş diye düşünecekken son albüm “Roots and Crowns”daki ‘Orchids’ cover’ı bu düşünceden ışık hızıyla uzaklaşmamızı sağlıyor. ‘Orchids’in Rutili üzerindeki etkisi yeni albümün hemen şekillenmesini berberinde getiriyor. Yaklaşık 1 yıl süren bir albüm hazırlama döneminden sonra ise, baharın son ayında kulaklarımıza öncekinden daha aydınlık bir sound çarpıyor. Kendisine araba kullanırken, kitap okurken ya da film müzikleri üzerinde çalışırken vahiy olarak inen şarkılarını kimi zaman telefonuna kaydederek ilerliyor Rutili. Parçalar daha stüdyoya girmeden hazırlanmış oluyor neredeyse. Yıllardır müziğin hem sahnesinde hem mutfağında olan insanlar için üstün bir performans değildir muhakkak, ama kaliteyi her daim aynı seviyede tutmak kesinlikle başka bir yeti gerektiriyor.

“Roots&Crowns”, içerisinde bu dünyaya ait olan ve olmayan seslerin ihtişamlı bir şekilde bir araya gelmesinden oluşuyor. ‘Pink&Sour’la gözlerini açan albüm içlere tüm gidişatı boyunca daha önce sindirdiğimiz “Heron king Blues”un karanlık havasını yaşatmıyor. Tamam, belki yine kendimizi süper hissetmiyoruz. Ama bir karanlıktan sonra günne çıkan tan yeri, aydınlanmayala gelen huzur, albümü tam olarak tarif ediyor. Zaten parçalar ardı ardına dizilirken kulağınıza ulaşan ‘Spider’s House’ ile Rutili’nin daha umut verici sesiyle yüzünüze vuran ikinci güneş ışığının sıcağını hissediyorsunuz. Güzel trompet seslerini takip eden klavye ve kendini bu yumuşak seslere bırakan ziller, blues’u ruhunda hissettikleri her hallerinden belli olan grup elemanlarının ellerinde birer huzur makinesine dönüşüyor. Sözlerinde bu uyanışa eşlik ettiği parçalarda, imajların yeniden doğuşu işlenerek müziğin taze havasına paralel bir gidişat oluşturuluyor. ‘3 Legged Animals’da “üç bacaklı hayvanlar kapattı onların tatlı gözlerini / yaralarını ve büyüyen kanatlarını yalayarak” ve sonrasında “ hatıralarını bırak, bizler adeta yeniyiz.” sözlerini dizeleyen Rutili, parçaların genelinde aynı ruh haliyle devam ediyor. Albümün ilham kaynağı olan Orchids’de ise harmonica ile dokunmuş aynı paralelde ilerleyen başka şekiller çıkıyor karşımıza. Tim rutili’nin kırçıllı sesi ve sakin sesler, konumuz kökler olduğundan olsa gerek sizi bir yerden başka bir yere götürmüyor. Sadece sanki aynı odada farklı nesnelere dokunuyorsunuz.

Califone uzun müzik serüveninde sığdırdığı kolajlara her dönemde bir yenisi eklemekteki başarısını son albümüyle gözünüze sokarken, Amerika’nın bağrından gelen seslerin ne kadar kaliteli olabileceğini hatırlatıyor. Bir eliyle blues ve soul’a, yani köklerine dokunurken, diğer elinde yeninin en çirkinini seven tavrı nedeniyle olsa gerek hiçbir deneyi duygudan yoksun olmuyor. Tek yaptıklarının gördükleri aletleri çalmak olduğunu ve bu sesleri birbirleriyle kaynaştırmanın kendilerine zevk verdiğini söyleyen Rutili, yüzlerinin geleceğe dönük olduğunu eklerken müziklerininde tarifini yapmış oluyor aslında.

Çünkü hayat çok ağır


Devenin boynu neden eğri, pazar günleri neden çabuk geçer, kuşlar neden sıcak ülkelere göçer, Stuart Staples böyle şarkı yapmayı nereden öğrendi?

Sigaranın ucundan çıkan duman yarı karanlık ortamda kıvrılarak yerçekimine karşı gelirken siz hayat hakkında tüm bildiklerinizin ağırlığıyla alkolün son yudumunu ağzınıda gezindiriyorsunuz. Loş barın arkasındaki barmene bir tane daha derken ses tellerinize yapışmış katrandan dolayı sesiniz biraz kırçıllı çıkıyor. Ancak boğazınızı temizleyemeyecek kadar hayattan vazgeçmiş bir haldesiniz. Siz bütün bu ağırlığı yaşarken arkadan gelen sizinle aynı ağırlığı yaşadığı her halinden belli bir ses size arkadaşlık ediyor. Nick Cave deseniz o kadar sert bir üsluba sahip değil, Leonard Cohen deseniz daha az karamsar bir yapısı var. Beni tam anlamıyla 12’den vuran bu adam da kim diye düşünecekken vazgeçiyorsunuz, çünkü dedik ya hayat çok ağır.

Tüm kırık kalplere kalın ve yaslı sesiyle yarenlik etmeye çalışan bu sesin sahibi Tindersticks’in efsanevi vokalisti Stuart Staples halbuki. Kaba ama buğulu, dövermiş gibi değil severmiş gibi derdini anlatan bir ağır abi Staples. Kendisinin uzun süren müzik kariyerinde çok şatafatlı gösteriler ve bağıra çağıra yapılan övgüler bulunmuyor. Ancak içinden gelenleri ağır ağır düşünüyor alkollü kafasıyla ve oradan bol sigaralı akciğerinden dinleyenlerine ulaştırıyor. İşte bu nedenle sigaranın kekremsi kokusunu daha ilk sesten itibaren derinlemesine hissedebiliyorsunuz. Ancak güneşin tenimize değmediği anlamına gelmiyor bütün bunlar. Zaman geliyor ki daha umutlu bir ruh haline bürünüyor Staples, fakat her an kaymaya meyilli, biraz alkollü melankolik ruh halini hiç elinden bırakmıyor. Yani kuşlar ne kadar da güzel mavide süzülüyor derken, birden ağlamaya başlayıp ben onu çok sevmiştim diye kahrolan bir şahısla karşı karşıyayız. Biraz dengesiz, ama dedik ya hayat çok ağır.

Kendisi için hayatın neden bu kadar ağır olduğunu ancak yazdığı ince işlenmiş şarkı sözlerinden biraz anlamaya çalışabileceğimiz Staples’in anlattıkları geçmiş zaman aşklarına ve duygusallıklarına takılıyor genellikle. Kendisini bir performer olarak değil bir şarkı sözü yazarı olarak görmesi ve bunu çok açık bir şekilde ifade etmesi onun ince ruhunu biraz daha ele veriyor. Her şarkının bir sonu işaret ettiğini ve bir kapanışı temsil ettiğini fısıldaması ise melankolik ruh halinin bir anlatımı olarak algılanabilir. Tabii bir de tüm bu toplamın üzerine kendisinin sesi eklenince kalbinizi sıkıp sıkıp bırakan parçaların ortaya çıkması an meselesi oluyor.

Üstüne üstlük bu kalbe pompalanan kanı yavaşlatan şarkıları 90’lı yılların başında kurduğu Asphalt Ribbons adlı grubundan bu yana oldukça iyi beceriyor. Kendisinin sesiyle mükemmel bir bütünlük sağlayan grup elemanları enstrümanlarını bu ağır ruh halinin derinlere nüfus etmesinde kullanmakta hiç çekinmiyor. Asphalt Ribbon’la bir üçlü olarak yola başlayan Staples daha sonra yoluna 90’ların en şahsına münhasır gruplarından biri olan Tindersticks’le devam ediyor. İngiltere’de büyük bir ilgiyle karşılaşan ilk LP’leri Melody Maker’dan yılın albümü ödülünü ışık hızıyla kapıyor. Tabii durum böyle olunca kendilerini bir anda kırık kalplerin tutunmaya hazır ellerinde buluyorlar. Tindersticks; melankolik tarzı, Brit pop ve indie alemindeki diğer gruplardan daha farklı olan sanatsal bakış açısıyla kendisine oldukça sadık muridler ediniyor. Bu anlamda zamanının diğer benzer gruplarından ve seslerinden nüans farkıyla ayrılıyorlar. Amerika’da daha radyolarda bile şarkıları çalınmıyorken, kendilerinin dilden dile dolaşan şarkıları yeterince büyük bir kitleyi meraklandırmayı başarıyor. Tindersticks daha sonraki albümlerinde ilk çıkışları kadar büyük bir sıçrayış yaşayamıyor. Ancak şunu herkes kabul ediyor ki; Staples büyük bir şarkı sözü yazarı.

Tindersticks’le kendisini bir yere oturtan Staples yaratma isteği bitmeyen bir şahıs olarak sanatçı şahsiyetini besleyecek başka işlerle de uğraşıyor bu arada. Film müzikleri bu işlerden sadece biri, bir diğeri ise yaptığı solo albümleri. Kendisini daha ince bir perde arkasından sunduğu solo albümleri bahsedeğer nitelikteki çalışmalardan oluşuyor. Tindersticks’in yapısından uzak olmayan, blues alt yapılı orkestrasyonlardan oluşan parçaların bir araya geldiği solo albümleri, onun kullandığı başka marka bir sigara sadece. Ne daha ağır ne de daha hafif bir tadı var bu sigaranın, sadece başka bir sigara. Arkadaşlarıyla başka bir haz, tek başına başka bir haz yaşıyor kısaca.

Grup elemanlarıyla o zamana kadar biriktirdiği melodileri paylaşan ve kendisini sunmaya hazırlandığını belirten Staples’ın cebindeki taşları büyük bir incelikle işliyor dostları. David Boulter birçok enstrümanı müziğine katıyor, Staples ve Neil Fraser ‘Say something now’ ve ‘Shame on you’nun temellerini atıyor, Terry Edwards ‘I’ve come a long way’i arrange ediyor ve Thomas Belhom davulları eklerken, Amelie film müzikleriyle artık tüm dünyanın yakından tanıdığı Yann Tiersen ‘She don’t have to be good to me’nin piyanosunu yerleştiriyor. Ortaya çıkan şey ise tam olarak Staples’ın kafasında dönüp dolaşan fikirlerin dışavurumu olan ilk Stuart Staples solo albümü olan “Lucky Dogs Recording” oluyor. Albümde içlere işleyen sesin -tabii ki- Staples’den sonra piyano sesi olduğu yorumunun rahatlıkla yapılabileceği bir iş kulaklara ulaşıyor. Şarkı sözleri ise her zaman ki tarzda, iriste kalan son görüntü tadında ilerliyor tüm album boyunca. Aradan geçen bir yıl sonunda kulaklara ulaşan “Leaving Song” ise yine aynı tadda ilerliyor. Bir milimetrik oynama duymak isteyenlerin aradıklarını kesinlikle bulamayacakları albümde özellikle “Goodbye to old Friends” yine içinizi arkasına taktığı tırpanla deşerek geçip gidiyor. İçiniz daralıyor, kusmak istiyorsunuz.

Ağır abi Staples davudi sesiyle beyninizdeki baskıyı arttırırken kalbinizi burkmayı her daim başarabiliyor. İster solo olsun ister grup halinde, o kalın sesiyle bunu yapabilmesi için yetenek gerektiği kesin. Hem ince, hem kalın, hem sert, hem yumuşak, hem güneşli, hem yağmurlu, hem…

Bir İngiliz-Fransız Ortak Yapımı: Charlotte Gainsbourg


En az babası kadar Fransız şarkıcı ve en az annesi kadar İngiliz oyuncu...

Sanatçı bir anne babanın çocukları olarak hayata geldiğinizde işletmeci olmak gibi bir tercih yapmanız neredeyse imkansız oluyor. Bunun nedenini genlere mi bağlamalı yoksa çocukluktan beri içinde bulunulan ortama mı tartışılır, ancak değinildiği üzere başka bir seçenek yok. Hele bir de şair ve şarkıcı üstüne üstlük Fransız bir baba olan Serge Gainsbourg ve İngiliz aktrist Jane Birkin’in kızı olan Charlotte Gainsbourg gibi, Fransızların bağırlarına bastığı ünlü bir aileye sahipseniz, geriye başka bir seçeneğiniz kalmıyor.

Tabii çevresel etkilerin dışında bir de genetik etkiler var ki, onlara karşı gelmek diğerlerine gelmekten daha zor. Dolayısıyla Charlotte’un henüz okuma yazma öğrendikten sonra kendini tutamayarak bir star haline gelmesine şaşırmamak gerekiyor. Ancak bu gen oyunu ortaya Charlotte’un hayatını ikileme düşürecek bir tehlike de barındırıyor. Babanın şarkıcılık geni ile annenin oyunculuk geni arasında kalan Charlotte hayatı boyunca bu iki tutkusu arasında gidip geliyor mecburen. Bir de sanat hayatına bu ikisini birden aynı anda yapmaya başlayınca durum iyice karmaşık bir hal alıyor. 13 yaşında yaptığı ‘Charlotte Forever’da babasıyla seslendirdiği ‘Lemon Incest’ hem oyunculuğunu hem sesini konuşturduğu, gözler önüne çıktığı ilk performansı oluyor. Baba destekli Charlotte Forever, Serge Gainsbourg’un şarkı sözleriyle Charlotte’un seksi lolita sesiyle beyinlere kazınıyor. Yaşına göre sesini oldukça yerinde ve farklı bir şekilde kullanmayı beceren Charlotte’un şarkı söylemek tam hoşuna gittiği sırada ise, 15 yaşında rol aldığı “L'Effrontee” ile Fransızların -Oscar’dan ünlü olmasın- ünlü Cesar ödülünü alınca durum tamamen değişiyor. Baskın genin Charlotte için sinema olduğuna karar veren oldukça büyük bir merci olunca geriye yapacak pek fazla birşey de kalmıyor dolayısıyla. L'Effrontee gibi bir yapımla daha ilk göze çarptığı anda herkesi büyüleyen bu minik kızın daha sonra ikinci Cesar ödülünü kendisine getiren Jane Eyre uyarlaması “La Buche” ve “21 Grams” gibi birbirinden naçizane filmlerle yoluna devam etmesi kaçınılmaz bir hal alıyor. Sonuçta kendisi müzikten ve dinleyenleri onun seksi Fransız aksanlı ingilizcesinden mahrum kalıyor. Ancak Charlotte’un tüm bu başarıları yaşadığı sıralarda kafasının bir köşesinde kalan tek tutkusu ise tabii ki müzik. Anneden gelen baskın oyunculuk geni onun ahenkli sesini bizden esirgese de belli bir noktadan sonra Charlotte’un müziğin bir yerinde olma isteği hayatının her döneminde ay gibi ortada. Zaten kendisi de bunu inkar etmiyor.

Şarkı söylemenin her zaman kendisi için bir tutku olduğunu her firsatta dile getirdiği zamanlarda Radiohead, Beck ve caz müzisyeni Brad Meldhau’yu cümlenin sonuna ekleyen Charlotte, film çekimleri için Avrupa şehirlerini turlarken arada bir stüdyo kokusu almayı unutmuyor bu nedenle. Yıllar sonra “Love etc.”nin film müziği için stüdyoya girdiğinde içindeki tutkunun iyice etkisine giren Charlotte’u kankası Madonna’nın ‘What It Feels Like For a Girl’ünün sample’ında, Damon Gough nam-ı diğer Badly Drawn Boy 2002 albümündeki ‘Have You Fed the Fish?’ şarkısında geri vokalde, Fransız şarkıcı Ètienne Daho’nun albümündeki ‘If’ şarkısında duyuyoruz. Bu gelişmeler aynı zamanda kopmayan bağın ve tırlamayan genin bir göstergesi hatta daha sonra hayata geçen bir albümünde sessizce ilerleyişi. Bir dönemin lolitası ve ahenkli sesi olarak geçmişinde başarılı işlerle adını sinemaya altın harflerle yazdırmanın rahatlığıyla ortaya çıkan 5:55 ise bu ilerleyişin Charlotte ile birlikte hepimizi götürdüğü nokta.

Fransa’da Radiohead konserinde Air’den Nicolas Godin ile tanışması sonucunda tam olarak kafasına bir albüm yapma fikri yerleşen Charlotte’un elinden geçtiğimiz güz raflardaki yerini alan 5:55, yılların tutkusu ile ortaya çıkmış bir Fransız lokumu tadında. Tabii bu tadın kaynağı içindeki malzemenin çeşidinden kaynaklanıyor. Albümün prodüktörü ünlü Nigel Godrich’den başlanıp, Jarvis Cocker, Neil Hannon, Jean-Benoit Dunckel, David Campbell, Tony Allen, Fela Kui ve Brain Eno ile sonlanabilecek bir yetenek listesi albümün arka planında bulunuyor. Dolayısı ile ortaya kötü birşey çıkması leyleklerin sıcak ülkelere göç etmemesi kadar imkansız.

Fransız bir baba İngiliz bir annenin ortak yapımı olmanın farkını bu albümde de hissettiren Charlotte’un garip aksanı ve seksi sesi sizi 5:55’de en çok etkileyen şey oluyor. Şarkı sözlerinin günlük kalp kırıklıklarından bahsetmesi bir Fransız için kaçınılmaz olurken, dünyada duyabileceğiniz en ince İngilizce Charlotte’un dilinden dökülüyor. Şarkılarının hepsi en az kendisi kadar narin. Hele bir de insanın içini burkan piyanonun neredeyse tüm parçalarda karşımıza çıkması albümü iyiden iyiye kristalleştiriyor. Akustik gitarıyla dinleyeni sarsan parçası ‘Everything I Cannot See’ sizi bambaşka bir yerden yakalarken, ‘The Song That We Sing’ hareketli gitar riffleriyle şaşırtıyor. Ancak bu hareket albümün genelindeki durağanlığı ve hüznü bozacak kuvvette değil. Zaten amacın kesinlikle bu olmadığını en başından beri seziyorsunuz. Hatta 5:55’in, sinemada büyük başarılar yakalayan Charlotte’un tam olarak müzikteki yansıması olduğunu söylemek abartılı olmaz. Tıpkı bir Fransız filmi gibi kırılgan duyguların uzun uzun anlatımını dinliyorsunuz tüm parçalarda. Tabii bu arada babadan gelen genin baskınlığına şükrediyorsunuz.

Charlotte Gainsbourg iddiasız bir şekilde yola çıktığı sanat hayatında yine çok iddasız ama başarılı bir şekilde devam ediyor sonuç olarak. Soğuk ama seksi, hırssız ama azimli, mutlu ama durgun tavrıyla sinemada elde ettiği başarıyı müzikte de elde ettiğini söylemek yanlış bir yorum olmaz.

Bay Luomo bayan house


Tüm DJ’lerin başını masalarına dündüğü anda kafasını kaldıran Ripatti’nin kadınlarla arası en iyi olan projesi Luomo, geri döndü!

Bir DJ olmanın en güzel yolu birçok kişiliğiniz olmasının kimseyi şaşırtmaması hatta heyecanlandırması olmalı. Eğer DJ’seniz kendinizi ifade edebileceğiniz birden çok proje sayesinde bir isminizde bulamadığınız huzuru bir başka kişilikte bulabiliyorsunuz. İşte tam bu nedenle DJ’in çok projeli olanı daha makbul. Tıpkı Vladislav Delay ile minimal soyut ve dub takılan Sasu Ripatti’nin house müziğe yeni bir soluk getiren projesi Luomo’da olduğu gibi başka türler ortaya bambaşka kişilikler ve hayranlar çıkartıyor. Tabii bu arada bu sanatsal kişilik bölünmesinin üzerinden başarıyla gelen Ripatti’nin ne kadar yetenekli olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Çok küçük yaşlarda Miles Davis’in büyüsüne katılıp müzik yapmaya başlayan sonrasında elinde olan yaratma gücünün farkına vararak birçok projenin as adamlığını yapıp prodüktörlüğe uzanan çizgisi Ripatti’nin özgeçmişini oluşturuyor. Caz ve dub konusunda yıllardır yaptığı çalışmaları hemen her projesinde elektronik alt yapının üzerine başarıyla oturtması ise süregelen yaşam hikayesi. Sistol, Conoco, Uusitalo adı altında değişik ambianslar peşinde koşan ripatti’nin mevzu bahis projesinin adı ise house müzik alemine pabucunu ters giydiren Luomo.

Luomo Ripatti’nin en yaratıcı karakterlerinden biri. DJ kabininde cool takılmaktan sıkılmış biri olarak farklı şeyleri deneyen ve işin içine hoş, iç gıcıklayan vokalleri katma yoluna gitmiş bir şahsiyet. Üstüne üstlük bu fikir daha öncesinde çok fazla DJ’in aklına gelmediğinden şahsına münhasır bir kişilik olduğu bile rahatça söylenebilir. Hatta rahatsızlanmadan önce Kylie’nin havuz kenarında fısıldadığı ıslak ve sıcak ‘slow’larının fikir babası olduğu dedikodularının haklı bir yanının olduğunu herkes içten içe kabul ediyor. Popun dans için vazgeçilmez bir tını olduğunun farkına varması herkesten bir pay önce olan Ripatti’nin formülünün başarısı ise gerek Kylie’nin parlak dönüşünden gerekse kendisinin elektronik müzikseverlerin üzerindeki yüksek etkisinden anlamak mümkün. Disco house, funk ve popun en tatlısının bir araya geldiği bu müziği dans pistelerinin kabullenmemesi beklenemezdi zaten.

Minimal house’un etkisinden hiçbir zaman çıkmayan yapısının üzerine eklenen, soul, sıcak dub efektleri Ripatti’nin neredeyse Luomo adı altında yayınladığı albümlerin tümünün tarifini veriyor. Tam ben bu ritmi bir yerden tanıyorum ayıklığına varacakken, loopların ve sound’un alt yapısını çözecekken size bambaşka bir karışım sunarak alıklaşmanızı sağlıyor kısaca. Seksi olduğu her halinden belli olan bir bayan kulağınıza birşeyler fısıldıyor mesela ya da derinden gelen bir enstrüman sesi sizi bambaşka bir yere götürüyor. Dolayısıyla siz tam çözdüğünüzü düşündüğünüz noktayı çoktan kaybetmiş oluyorsunuz. Kaldığınız noktayı arayıp bulmak için ise geri dönecek bir haliniz olmuyor. Çünkü değinildiği üzere bu tatlı seslerden kopup işin teknik kısmına giremeyecek kadar uyuşmuş oluyor dinleyici. İşte bu nedenledir ki sadece elektronik müzik dinleyicisi değil, bu işle uğraşan DJ’lerin birçoğu kendilerine açılan bu kapının ışıltısıyla büyülenmektedir uzun süredir. Luomo ile House müziğin başka bir yerinden yakalamayı başarmış Sasu Ripatti ise özünü iyi bildiği bu müzikle oynarken en havalı halini takınıyor haklı olarak.
Ripatti’nin değişik denemeler içeren serin müziğini en önemli silahlarından biri vokaller. Elektronik müziğin loopları arasında tekrar eden tek düze sözcüklerin yerini alan yine mesafeli ama daha dozunda sözler şarkıların sizi doğru yerden yakalamasını sağlıyor. Ayrıca Ripatti’nin bu vokaller üzerinde de başarıyla oynadığını söylemek kimseyi şaşırtmayacaktır. Bazen enerjik, bazen soğuk müziğin içine yerleştirilmiş Raz Ohara, Jojanna Niemela ve kız arkadaşı Antye’nin vokallerini kullandığı “The Present Lover” bunun en güzel örneklerinden oluşuyor. “Vocalcity” ile romanizmin doruklarına çıkıp house müzikte herkesin gözünü açan Ripatti’nin “The Present Lover” da belirlediği yoluna devam etmesi kendisinin işi kavradığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Şimdilerde kulaklarımıza ulaşan “Paper Tigers”a bakıldığında ise Ripatti’nin yarattığı müziği tam olarak ele geçirdiğini görüyoruz. Kendisinin diğer ismi lazım olmayan projesiyle benzer noktalar konusunda konuşmak, kimsenin yararına olmayacağında kısaca değinmek yeterli olacaktır. “Tulenkanjatha”nın kırılgan Synth’lerinden nasibini almış kaplanla karşılaşsakta bunu çok fazla abartmanın bir gereği yok. Ne de olsa kişiliği bölünmüş sanatçı aslında tek bir kişiden oluşuyor.

“Paper Tigers” en az cd kapak tasarımı kadar hoş bir bütünlük içerisinde ilerliyor. Birbirine tamamen kaynamış türlerin üzerine yine büyük bir başarıyla oturan kadın vokal, parçadan bir an bile kopmamanızı sağlıyor. Dolayısıyla ilk dinlediğinizde kulağınıza ulaşan “Paper Tigers” ikinci dinlediğinizde artık bambaşka bir hal almış oluyor. Gittikçe kaynayan ve üzerinize yapışan bir müzik - vokal ikilisiyle karşılaşıyorsunuz. Özellikle albümün favorisi olarak gösterilen ‘The Tease is Over’da bunu hemen hissetmek mümkün. Hatta oldukça iddialı sayılabilecek ve müzikten daha önde duran bu kadın vokalin etkisinden kurtulmak biraz zamanınızı alabilir. Daha sonrasında ise albümde başınıza gelebilecek en iyi şeylerden biri olan ‘Let You Know’un ellerine kendinizi hiç kuşku duymadan bırakabilirsiniz. Daha hareketli bir tabanın üzerine oturan ve bu defa defalarca aynı şeyi tekrarlayan kadın vokalin robotik seslerle birleşimini izlemek dinleyiciye değişik bir haz veriyor. Luomo’nun yemek tarifinin tadının damaklara yayıldığı an olduğu söylenebilir. Diğer parçaların birbirinin devamı şeklinde ilerlemesi ise albümün bir çırpıda sona ermesinden başka birşey ifade etmiyor.

Ripatti yani nam-ı diğer Luomo, elektronik müzik camiasına kızları en uygun yerinden sokarken, elindeki malzemeyi de konuşturmanın yolunu bulmuş bir şekilde yine projesinin meyvelerini toplayacak gibi duruyor. Üstüne üstlük bunu yaparken hiç de zorlanmayacak. Çünkü arkasında yaptığı yenilikle kendilerine yeni bakış açısı getirdiği bir DJ ahalisi ve dans pistlerine renk katan sounduyla hayran bıraktığı bir dinleyici kitlesi bulunuyor. Sadece eğlenmek için müzik yaptığını söyleyen bir şahıs için fazla başarılı bir proje insanı olduğu hemen göze çarpan Ripatti’nin en sevdiği tarafı Luomo mudur bilinmez. Ancak en havalı karakterinin bu projede ortaya çıktığı bir gerçek. Kulağımıza ulaşan tüm buğulu kadın vokallerin efendisi gibi davrandığı albüm çalışmaları ise bu ruh halinin en güzel yansıması.

Dünya üzerinde kalan son iki solcu!

Söylenen sözlerin sadece Bush’a olduğunu sananlar büyük yanılgı içindeler. Get Evens’dan herkes nasibini alacak!

Mevsimler kışa dönerken halen muhteviyatında herhangi bir şekilde hip hop ya da R&B aksak ritmini barındıran şarkılardan hoşlanmayanlarımız, huzuru indie de buluyor. Birçoğumuz için popun kıç sallatacak ritimlisi, rockın indie motiflisi, kadının kalçalısı makbul. Tabii bu arada şarkı sözleri üzerinde hiç kafa yormaya gerek yok. Çünkü dünya üzerinde en dertsiz yaratıklar, şarkı sözü yazarları ve onların parçalarını dinleyen bizleriz. Bu kadar hızlı tüketilecek mallar önümüze tüm şatafatıyla sunulmuşken, başka türlüsü beklenemezdi zaten. Dünyada olup bitene kayıtsız kalmış insanlar olarak ezikliğimize eziklik katarak geçiriyoruz günlerimizi.

Geçtiğimiz ay yayınladığı albümünde baştaki birkaç satırı ayrı tutarsak bu problemlerden bahseden The Evens’ın dünya üzerindeki varlığı neyse ki bize bunları hatırlatıyor. Sağolsunlar, neler yaşadığımızı bize bıçak gibi sözlerle anlatıyorlarda kafamızı yumulduğumuz diğer türlerin üzerinden kaldırabiliyoruz. Dünya üzerinden kalmış son iki solcu olmaları muhtemel grup üyeleri kendi isimlerini taşıdıkları “The Evens” albümüyle hızlarını alamamış olacaklar ki, aynı ağır sözlerle bezenmiş ikinci albümleri “Get Evens” ile karşımızdalar.

80’lerin sonunda en tanınmış projesi Fugazi ile yine içinde kopan fırtınaları dinleyenleriyle paylaşan Ian MacKaye, yanına Amy Farina’yı da alarak daha sade ve sakin bir anlatım yolunu tercih ediyor bu defa. Ancak bu, daha pasif bir hareket olarak algılanmasın, kendileri yine ağızlarına gelenleri hiç gecikmeden dışarıya vurmakta herhangi bir çegincede bulunmuyor. Fugazi’den alınan gazın aynı şekilde beyinlere verildiği, ilk Evens parçasından itibaren kuvvetle seziliyor. MacKaye’nin elinde yine nerde nasıl kullanacağını iyi bildiği gitarı ve sesi var. Ve yine Farina’nın elinde azımsanmayacak bir yetenekle kullandığı davulu ve sesi bulunuyor. MacKaye’in daha kızgın bir üslüba sahip olduğu Fugazi’den bir fark olarak daha kibar ifadeler buluyoruz bu projede. Fugazi, daha hırçın ve daha sert bir müziğe sahip olmasına rağmen içine girdiği punk’ın birçok öğesini dışında tutuyordu. Konserlerinde içki ve sigara tüketimini doğru bulmayan, ‘sağlıklı kafa sağlıklı bedende bulunur, yarın öbür gün devrim için kullanacağın bedenini ise bu gibi kötülüklerle zayıflatmamalısın’ görüşünü benimsemiş şahsına münhasır bir yapıya sahip grupta MacKaye’in sesini daha kalın ve gür duyuyorduk. Fugazi dinleyicilerinin pogo yapmalarını bile istemeyecek, bunu fazla maço bulacak kadar ağır solcuydu. The Evens ise Mac Kaye’in ilerleyene yaşından mıdır bilinmez daha hafif bir tarz ile karşımıza çıkıyor. Ancak, yine koyu bir solculuğu ve söyleyecek çok fazla sivri lafı olduğu bir gerçek. Bu serüvende yanında kendisine yoldaşlık edecek kişi ise, eski The Warmers üyesi, en az kendisi kadar solcu Farina. Ikisi de geçmişlerinden gelen haykırma, devamlı uyanık olma geleneğinden kopmadan müzikal rotalarını değiştiriyor sadece. Kısaca buna Punk kardeşliği de diyebiliriz.

Aslında iki karektere de bakıldığında, müziğin kitlelere ulaşmada bir araç olduğunu görüyoruz. Basit enstrümanlardan oluşan punk ve şimdilerde iyiden iyiye minimalistleştirdikleri müzikal alt yapı bu savı destekliyor diğer yandan. Gerçi Mac Kaye, “müzik kutsallığın gizemine sahiptir ve bu iletişim için çok farklı bir yoldur” diyerek, saptamanın fazla zekice olmadığını kanıtlamaktadır. The Evens hararetli davul vuruşlarının üzerine Ian’ın serpiştirdiği gitarlarla söylemek istediklerini dile getirmenin bir yolunu bulmuştur aslında. Geçmişte bunu çok defa yaptıklarından şimdilerde daha usta bir sesle ve anlatışla karşımıza çıkıyorlar, hepsi bu. Sanki derdini anlatmak için MacKaye gitarına daha sert vurmaması gerektiğini öğrenmiş ve Farina’da aynı şekilde naïf bir ses tonuyla da bunun üzerinden gelinebileceğini anlamış gibi. Ikilinin hemen her konuda aynı levelde olduğunu söylemek abartılı olmaz. Birbirlerini hissettikleri, yaptıkları müziğin kendi bölümlerine kattıkları duygudan hemen belli oluyor. Bu nedenle neredeyse hiçbir Evens şarkısında kulağınızı tırmalayan bir çıkış görmüyorsunuz. Sizi rahatsız eden şey sadece ve sadece gerçekleri yüzünüze vurmaktan hiç çekinmeyen şarkı sözleri oluyor.

Grubun isimleriyle aynı adı taşıyan “The Evens” albümünde hemen her şarkıda verilen politik mesajlar yeni albümde de karşımıza çıkıyor. Özellikle Bushgillere duyulan kin ve nefreti damarlarınızda hissediyorsunuz. Yurdumuz normal vatandaşı için çok da garip karşılanmayacak bu nefret ya da dile getiriş emin olunmalı ki bir Washington DC’linin dile getirişiyle aynı şeyi ifade etmiyor. Bu nedenle yaptıklarının kayda değer olduğunu göz önüne almak gerekir.

Ilk albümün kendi hesaplarıyla pek meşgul olduğunu şarkı sözlerinde ifade ettikleri ‘All These Governors’ parçasının ve insanları koruma adına kafalarına bomba yağdırıp onları korkuttuğunu bağırındıkları ‘Crude Bomb’un yerine geçebilecek yeni album parçaları ise, kuşkusuz şehrin devlet güçleri tarafından kuşatıldığını anlatan ‘Everybody Knows’ ve başkanla derin bir konuşmaya girilen ‘Dinner With The President’. ‘Everybody Knows’da yetkililere “kovuldunuz” diye bağırarak öfkelerini dile getiren ikili, ‘Dinner With The President’da başkanla hayali bir konuşma yaşıyor. Yani kısaca ‘seninle yemek yeseydim bunları söylerdim’ derken, ne demek istiyorsa açıktan ifade ediyor kurnaz sayılabilecek bir anlatımla. Albümde dikkat çeken ve ağır sözler içeren diğer şarkı ise ‘Cut From The Cloth’. Bu parçada sadece Bush değil Bush’a oy veren seçmenlerde azarı yiyor. “Insanlar nasıl oluyorda bir caniyi onaylayarak geceleri uykuya dalabiliyor ve kendi yok oluşları için oy kullanabiliyor.” Sözleri, o zamana kadar ‘aaa Bush’a ne diyor’ diyen insan topluluklarının yüzlerini kızartıyor. –ya da öyle olmasını umuyoruz-

The evens bir yandan derdini en basit müzikal alt yapıyla ve en ağır şarkı sözleriyle anlatmaya çalışırken bir kalıbın içinde kalmaktan da uzak duruyor. Kendilerinin kuru gürültü yapmadıkları ise, ucuza satılan Cd’lerinden ve konser biletlerinden, konser gelirlerinin yardım evlerine bağışlanmasından ve kendilerinin kurduğu ve büyük şirketlerin ağına düşmekten her dafesında korunan plak şirketleri Dischord’dan anlayabiliriz. Bu nedenle söyledikleri sözleri büyük bir açık yüreklilikle dile getirdiklerine kuşku yok. “Hafiften solcuyuz, konserlerimizde hafiften politik mesajlar veririz ama yarın öbür gün başkanla karşı karşıya geldiğimizde saygıda kusur etmeyiz. İnsan haklarını çiğneyen ülkemizi görmezden gelir, dünyanın bir kısmına da insan haklarını çiğniyorlar bahanesiyle konsere gitmeyiz “ demogojisinden çok ama çok uzak bir bakış açısı onlarınki. The Evens dertlerini dile getirmenin yolunu müzik olarak belirlemiş iki ruhun yansıması. Samimiyetleri ise ağızlarından çıkan ilk sözden, enstrümanlarından çıkan ilk notadan hemen belli oluyor.

My Name is Coconut, Senor Coconut


Fiji’nin güzel ve sıcak kızlarının, altın sarısı sahillerinin ve olgunlaşmış muzlarının yanında giden en iyi Alman!

Mesele ‘tropik’ olunca kulağımıza gelecek müziğin hemen hemen nasıl birşey olduğunu hepimiz biliriz. Şili’nin parlak kumlarında hayatımızı geçirirken tropikal havaya uygun, marimba ve trompet sesleri zaten arkada fon olarak çalmaktadır. İsteğe gore bu senaryoya güzel Şilili kızlar, erkekler ya da yetişkin muzlar ekleyenebilir. Ancak arkada böyle bir fon olmadan bu müziği oturupta dinleyene pek rastlanılmaz, kimse evinde otururken böyle bir müzik açıp bir mambo’ya, bir cha cha cha’ya kendisini teslim etmez. En son bu tınıların duyulduğu yer, ancak hikayesinin bir tropikal bir adada geçtiği bilgisayar oyunu olabilir. ( Örneğin; Chrash Bandicoot) Ancak, daha önce Senor Coconut’la tanışmış olanlar bilirler ki, tropical tınılarla birleşen bir electronica kadar tatlısı yoktur. Bir yanda sıcak mı sıcak sesler ve vokalin kulağınıza mırıldandığını düşünürken, alt yapının son derece yalın tekrarlardan oluştuğunu düşünün ve boynunuza geçirilen çiçek kolyesi ile bu eğlenceli müziğe adım atın. İçeriye girdiğinizde duyduğunuz parçayı bir yerlerden hatırlıyor olacaksınız, şaşırmayın. Çünkü çalan parça Latin sound’u ile birleşmiş bir Mıchael Jackson ‘Beat It’i, Sade ya da Kraftwerk cover’ı olabilir. DJ kabininde sarışınlığıyla dikkati çeken kişi ise, bu tatlı müziğin babası Uwe Schmidt, nam-ı diğer Atom Heart’den başkası değil. Garip bir melez olduğunu hemen göze çarpan, dünyanın tek Alman/Şili kökenli grubu, Alman elektrosunun ve Latin sound’unun dibine vurmuş Senor Coconut ise, kafayı bu iki müziği birleştirmeye takmış Schmidt’in en tanınmış projesi.

Hayatta gelmez diye düşündüğünüz bir Alman ve bir Şilili yanyana gelmiş ve dünyanın en tatlı melezi ortaya çıkmıştır. Bu garip ve şaşırtıcı melez daha once dünya üzerinde adı sanı duyulmamış Nova Jaro, Jive Eclectio ve Samba Virtual gibi türleri yaratır. Tropikal ezgilerin tamamının büyük bir ustalıkla kullanıldığı kes-yapıştır yöntemi ile yaratılan parçaların o kadar değişik bir havası vardır ki, bir yandan atlayıp zıplayabilir, diğer yandan cha cha yapabilirsiniz. Elektro, tekno, endüstriyel hiç farketmez bütün türler itina ile yeni icat edilmiş Nova Jaro’ya ya da Jive Eclectio gibi türlere dönüştürülebilir. Siz bu değişimi dinlerken, parçayı istediğiniz yerden yakalabilir, isterseniz sadece sıcak deniz tınılarına takılır, isterseniz bir elektronik tutkunu olarak olaya tamamen teknik açıdan yaklaşırsınız. Kesinlikle her iki taraftanda baktığınızda dedikodusunu yapamayacağınız bir sarışın Latin dilberi bulursunuz karşınızda.

Senor Coconut kadar güçlü bir müziği yaratan grubun tamamen tesadüf eseri ortaya çıkması ise, yine tesadüf eseri Şili Santiago’ya taşınan Shcmidt’in El Gran Baile ile değişik birşeylerin peşinden koşmasıyla başlıyor. Uzun yıllar boyunca Avrupa’nın dans pistlerinde boy göstermiş ve deneysel yapısı nedeniyle hemen kabul kabul görmüş Shdmidt’in, aynı enerjiyi yeni yerleştiği topraklara yöneltmesiyle ve El Gran Baile’nin bu projeye balıklama atlamasıyla Latin Excotica olarak nitelendirilen bir yıldız doğuyor. Atom Heart olarak daha deneysel ve daha sert geçişler kullanan Shdmidt, bu projesinde daha yumuşak ve daha birbirine geçmiş çalışmalar yaparak, iki müziği tam olarak üst üste oturtuyor. Çok daha iyi oturan bir müzik çok daha geniş bir kitle için merak uyandırıyor. Tabii bunun yanında dikkatleri üzerlerine çekmeye neden olan cover’ları da unutmamak gerekir.

Grubun dinleyeni kendisine çeken en önemli tarafı ise deneyselliği. ‘Tamam, bu iki ses bir araya çok güzel oturdu, bu şekilde devam edelim’ gibi bir tercihtense Schmidt, her albümünde farklı bir şeylerin peşinde koşmaya devam ediyor. Bunu ilk albümlerindeki kayıtlar ve denemelerden sonra gelenlerde görmek hemen mümkün. Yolun başında “El Baile Alemán”da Kraftwerk gibi dans müziğinin ilahlaşmış grubunun ‘Showroom Dummies’, ‘Trans Europe Express’, ‘Autobahn’ gibi hitlerini, Latin ritimleri ve enstrümanlarıyla cover’layan ve tropikal stilinin mihenk taşlarını yerine oturtan Shcmidt, sonrasında Sade’nin "Smooth Operator," ve the Doors'un "Riders on the Storm"unu cover listesine ekleyerek, daha yumuşak bir sounda geçiş yapıyor. Yani albüm ismiyle eşdeğer fiesta havasında bir “Fiesta Songs” ortaya çıkıyor. Sonrasında ise, Essay Recording bünyesine dünyanın gelmiş geçmiş en farklı albümlerden birini katarken, kes-yapıştır tekniği ile Şili kültürüne giriş yapan Shcmidt’in, artık damarlarında tam anlamıyla bir melez kanı aktığına şahit oluyorsunuz.

Ancak müziğin etkisiyle herhangi bir mayışma haline geçenler hemen uyarılmalıdır. Çünkü Schmidt’in son olarak üzerinde çalıştığı albümünde karşınıza yine çok farklı bir çalışma çıkıyor. Cover üzerine ihtisas yapmış DJ’imizin son durağı Kraftwerk’ten sonra Japonların Kraftwerk’i olarak adlandırılan Yellow Magic Orchestra’nın parçaları. İlginç fikirleri hayata geçirmekteki ustalığını ortaya koyan Schmidt, bir şekilde kendisine yıllar önce verilen YMO albümünün bazı parçalarıyla tekrar yüzleşmek istiyor. 70’lerin sonlarında, 80’lerin başlarında dans alemlerinin en tanınmış gruplarından olan ve eğlence odaklı müzikleriyle karanlık elektronik ritimlerden uzak duran YMO, bu yeni cover’lar için biçilmiş kaftan. Hikayenin tamamına gerek olmayan, grup üyesi Oscar ve Grammy ödüllü besteci Ryuichi Sakamoto ile tanışan Schmidt’in kabul gören tarzı sonrasında başlayan çalışmalar, bizi geçtiğimiz haziran ayında kulaklarımıza ulaşan “Yellow Fever”a götürüyor. “Yellow Fever”, Schmidt’in de itraf ettiği gibi kendisinn geldiği son level. Albümün diğer albümlerin başarılı bir karşımı olduğunu sözlerine eklerken, kes yapıştır sound’un yanına eklenmiş farklı denemeler, hemen dikkatleri çekiyor. ‘My name is Coco’ adlı mükemmel bir şarkıyla açılış yapan albüm bu defa Şili’nin bilindik sahillerinden daha öteye götürüyor. Birbirinden yetenekli kompozitörlerin aynı anda iş başında olduğunu anlamak için ise uzman bir kulağa gerek yok. Yılın en eğlenceli albümlerinden biriyle tanışmanın sevinciyle birlikte, elektronik müziğin harikalarıyla tanışmanın keyfine varılıyor.

Senor Coconut, bir grubun isminin ne kadar güzel olabileceğinin, elektroniğin ve pozitif bir müziğin birlikteliğinin ortaya ne koyabileceğinin ve profesyonel müzik adamlarının meraklarının ne kadar güzel işler çıkartabileceğinin en iyi örneklerinden. Artık cha-cha yapmak için Latin ülkelerinde herhangi bir diskoda olmak zorunda değilsiniz, Latinlerde elektronica’nın keyfine varmak için sıcak ülkelerinden uzaklaşmak zorunda değil. Hatta bu birlikteliği yakından görmek isteyenler, bu ay içinde Babylon’da sahne alacak Latino Excotica-Senor Coconut’ı izleyebilir. Cha-cha-cha.

Bize bir masal anlat Joanna


Pireler berber iken develer tellal iken Amerika’nın bağrından kopmuş bir genç kız çok da güzel olmayan, çocuk sesiyle şarkılar söylemek istemiş. Ve söylemiş. Masalda burada bitmiş…

İsmini ilk duyduğumuzda bir kasabada dünyaya geldiği hissi hemen içimize doğan, genç yaşına rağmen oldukça büyük laflar etmekten kendisini alamayan, yaptığı müziğin herhangi bir yeni akıma dahil olduğunu düşünmeyen, rüyalarını tekrar yaşıyormuş gibi anlatabilmeyi iyi becerebilen ve gittiği heryere ‘stacy’ adlı arpını taşıyan Joanna Newsom büyümüşte küçülmüş gibi konuşan çocuklardan hoşlanmayanların ilgisini çekmeyebilir. Ilk başta onun çocuksu ses tonunun üzerine dizilen sözler kulaklarınızı tırmalayabilir ve anlamsızlık içinde kıvranmanıza neden olabilir. Ancak ne dediğine kulak asarsanız göreceksiniz ki, bahsettikleri dünyanın en detone sesiyle kulaklarınıza ulaşsa bile sizi cezbedecek türdendir.

Nevada City’nin hayallerle dolu günlerini kafiyeli ve ince sözlerle işlemeyi becerebilen ve damarlarında akan kanın tüm tınılarını ustalıkla kullanmayı çok küçük yaşlarda keşfeden bu küçük kız, geçtiğimiz son beş yılın en iyi keşiflerindendir aynı zamanda. Bu arada küçük kız derken kendileri, tüm küçük kızlar gibi bu sıfat tamlamasının söylenmesinden hiç hoşlanmaz. Size çocukça ses tonuyla anlattığı şeylerin derinliğinin anlaşılmamasından korkusundandır bu. Yoksa herhangi bir kompleksten kaynaklandığını düşünmeyin. Zaten kendisinin son derece kompleksiz olduğunu sesinin sınırlarını zorladığı şarkılardan hemen anlıyoruz. Güçlü bir sesi olmadığını bile bile kendi yazdığı şarkıları, kendi duyguları ile milyolarla paylaşma seçimi, kesinlikle onun en saf halini gözler önüne seriyor. Daha çok küçük yaşlarda diğer çocuklardan kendisini ayıran en büyük özelliği arp çalmaya olan merakı, ailesininde desteğiyle karşılaştığında hayatta kendisini ifade etmenin gücüne varıyor yüksek ihtimalle. Işte tam bu nedenle sahne aldığında hiç susmayan, ama güzel konuşan bir minik kız gibi nefesini tüketmekten çekinmiyor.

Joanna, kendini ifade etmenin sadece elindeki değişik tekniklerle kullandığı arpla olmayacağını hissetmeye başladığında ise, diline dökülenleri kağıda aktarmakta gecikmiyor. Ancak yalın ve en saf biçimiyle çalıp ses çıkartan küçük kız, söz yazarlığında bu kadar basit düşünmüyor. Arpından çıkan tek tonlar ve sakin müziğin yerini sözler aldığında tüm karmaşıklığıyla karşımıza çıkıyor. Sözcüklerle oynamayı çok sevdiği halleri, hemen her şarkıda karşınıza çıkabiliyor. “Tenin çayıma batırdığım kurabiye gibi” derken kendisinin anlam kullanımındaki becerisini de hemen kabulleniyoruz. Anlattığı hikayelere bakıldığında ise, hayat hakkında anlatacak çok fazla şeyi olduğunu kavramak zaman almıyor. Söylediği gerçeklerin ya da ufak uyandırışların çocuk sesiyle size sunulması, bünyede bir karmaşa yaratmazken kapılarınızın aralanmasına neden oluyor. Işte tam da bu nedenle Joanna Newsom’un yaptığı müzik masalsı olarak tanımlanıyor aslında. Her dinleyenin aynı kanıya sahip olduğu bu parçalarda bir masal soğukkanlılığı oluyor. Bir çocuğa anlatılıyor, tamda uyutulmadan once. Içinde prensler, prensesler ve hain cadılar bulunuyor. Çocuklar uykudan önce dinledikleri bu masalla hayal alemine yavaştan bir geçiş yaparken, aynı zamanda hayat hakkındaki ilk derslerini de almış oluyorlar. Zihindeki elektriklenmeler yerini hoş hormonlara bırakırken, gerçek sözler ağızdan çıkıyor. Büyük bir sakinlik içinde kötü kalpli cadının prensesi zehirleyişini dinleyebiliyorsunuz. Işte aynı sakinlikle ve çocuk tavrıyla Joanna size “hem dua ettiğini söylüyorsun, hem de bir sorunun olmadığını” diyebiliyor. Siz ise sadece ‘evet haklı galiba’ diyorsunuz gözleriniz yarılanmış bir şekilde.

Joanna’nın bu yalın ve masalsı tarzı illede birileriyle akraba olmalı diye düşünüldüğünde Björk’ün teyze kızı oladuğu gerçeğine ulaşılabiliyor. Ancak çok gerekli midir böyle bir benzerlik, orası ayrı bir tartışma konusudur. Her çocuk gibi şarkı söyleyene Björk benzetmesi yapmak, Joanna’nın özgünlüğüne biraz hakaret niteliği taşıyabilir. Keza daha 2002 yılında kendisinin arkadaşlarına dağıttığı ilk ep’si “Walnut Whales”de en çıplak haliyle şarkı söyleyen Joanna, bu fikirlerin ışık hızıyla beyinlerimizden uzaklaşmasını sağlıyor. Hemen keşfedilmesinin uzun sürmemesi, Devendra Banhart ve Cat Power ile turneden turneye koşması bu kanıtlara cilayı atıyor. Yeteneğini konuşturduğu ve diğer müzisyenlerle derin paylaşımlar içine girdiği Nervous Cop çalışması, Smog’a piyano ve arp desteği, “Vetiver” albümüne yine arpı stacy ile yaptığı katkıları, onun müziğin içine ne kadar nufüs ettiğinin diğer parçaları olarak tarihe kazınıyor. Bu birliktelikler son derece naïf şarkılardan oluşan albümü “The milk- Eyed mender”in oluşmasında kendisine geri dönüyor ve ortaya Pavement, Smog ve Jim O’rourke’lu dev bir çalışma çıkıyor. Eleştirmenlerin eleştirecek hiçbir yer bulamadığı bu album, kendi tabiriyle geçmiş ep’lerindeki çalışmaların temize çekilmiş hallerinden oluşuyor.

“The milk- Eyed mender” basit piyano ve arp kullanımlarıyla tamamen folk müziğin gözünü çıkartırken, çatlak ve çocuk sesler üzerine yerli yersiz oturuyor. Bazı yerlerde yeter artık diyebiliyor, bazı yerlerde garip bir şekilde çok güzel bir ses, ince bir müzik yorumlarında bulunabiliyorsunuz. ‘The book of right-on’ ilk parça olmasına rağmen album hakkında fikir verebilecek bir nitelikte değil. Ancak bunu albümün tamamını dinlemeden anlamak için müneccim olmak gerekiyor. Ani bir tanışma faslı diyebiliriz. Ancak birkaç şarkı geçipte ‘The Side of The Blue’ya geldiğinizde damarlarınızda akan kan çoktan yavaşlamış, kendinizi bu masala kaptırmış oluyorsunuz. Hep devam edeceğini düşündüğünüz bu tatlı masal ise, siz hiç farkına varmadan sonlanıyor.

Joanna çok iyi bildiği birşeyleri size anlattığından sesine ya da yaşına bakmadan söylediği herşeyi büyük bir dikkatle kaale alıyorsunuz. Işte bu nedenle profesyonel kariyerinin kısalığına rağmen ikinci albümü merakla bekleniyor. Yine bizlere ne tür bir masal anlatacak diye beklenenlere ilk izlenim olarak, yine nefes kesici bir masal içine dalacakları müjdesi verilebilir. Şarkılarını yayınlamayı düşünmeden yazan bir önceki Joana yerine daha iyi çalımış bir Joanna geliyor “ys”de. Daha umutlu, mevsim olarak daha bahara yakın şarkıların varlığı iyiden iyiye yerine oturan güveninden midir, yoksa yaşının her geçen gün ilerlemesinden mi bilinmez. Ancak yine uzun enstrumantal şarkıların üzerine bir kanaviçe gibi işlenmiş usta sözler bulunuyor. Albümün müthiş ikilisi arp stacy ve kız çocuğu Joanna yine farklı diyarlardan esintiler getiriyor kulaklarınıza. Albümler arasında üst üste dinlendiklerinde kalp krizi geçirmenize neden olacak bir değişiklik yok tabii, ancak yine de ‘Emily’ adındaki giriş parçasıyla başlayan album, bir kar tanesi kadar farklı kendi içinde. Geneline bakıldığında diğerleri kadar beyaz ve done done yeryüzüne iniyor ancak mercek altında yapısal farklılıklarını görmek mümkün. Ancak en kaba haliyle şöyle denilebilir: Joanna Newsom’un yeni masal albümü çıktı, ısrarla isteyiniz.

Kız grubu: The Pipettes


Ne idüğü belirsiz, kıllı sakallı erkek indie gruplarının arasında parıl parıl parlayan The Pipettes, çölde bir vaha gibi…

Birbirinden seksi diyecektik ama arada gözlüklü olan bu kalıbı maalesef bozuyor. The Pipettes, kız grubu olarak son zamanlarda olup bitene bambaşka bir hava getiren eğlenceli müzikleriyle kısa zamanda dikkatleri toplamayı başardı. Üstüne üstlük öyle pek şişirilmiş bir yanları da yok. Sesleri, bacakları, yorumları gayet güzel hepsinin. ‘ Bu da ne kız gücü mü yoksa’ dedirtecek bazı noktalar dışında pek bir falsolarının olduğu söylenemez. Bir havalarda yazdıkları ve sitelerinden ulaşılabilecek -manifesto niteliğindeki- yapmak istediklerinin ne olduğuna dair açıklama biraz garip bir hava yaratsa da sineye çekilebilir. İlk başta pek karizma bir giriş olur düşüncesiyle yapılsada, özellikle dünya da ne olup bittiği aslında çok da umrunda olmayan indie dinleyicisini ne kadar bağlar bilinmez. Fakat değinildiği üzere çok da önemli değil, çünkü yapılan ‘konuştuğum çocuk beni dansa kaldırsa’ havasındaki müzik bütün o ciddi anlatımı hemen yumuşatıyor.

The Pipettes’in, zekalarını ön plana çıkarmak için ellerinden geleni ardlarına koymayan tavırlarının, kuşkusuz ilk kösteği güzellikleri. Her ne kadar şarkı sözlerinde feminizm havaları sezilse de tam bir şirin kız imajı çiziyorlar sahnede. Bu bir ironi midir orası tartışılabilir ama mini mini etekler, pür makyaj, 10 santim topuk kesinlikle çok dikkat çekici bir görüntü çıkartıyor ortaya. Kızları tanımak için sıraya dizilmiş topluluğa kendilerini tanıtmak gerekirse, en seksisinden başlamak en doğrusu olacaktır. En seksileri kesinlikle daha önce grubun üçüncü elemanı olan Julia’nın yerine geçen Gwenno. Sarışınlığın hakkını son derece veren, etine dolgun, tüm bunların yanında ‘vay be’ dedirtecek güçteki sesiyle de kesinlikle en favori olduğu söylenebilir. Sonra gözlüklü olduğundan olsa gerek, nedense grubun beyni olduğu düşünülen Becki var. Seksapeli var mıdır bilinmez ama başka bir fanteziye hitap ediyor olabilir. Fakat gözden kaçmayan gerçek, neredeyse bütün şarkıları onun söylemesi. Hepsinden en zayıf olan da o ama karizma bir duruşu olduğu açık bir gerçek. Gençlik filmlerinde pek dikkat çekmeyen ama nedense filmin bir yerinde güzelleşip, bir yılana dönecek kızlardan sanki. Üçüncü üye ise Rose. Rose adından da anlaşılacağı üzere pek bir naif. Kendisinin ne yaptığı konusunda henüz bir fikir sahibi olabilmiş değiliz. Sanki sadece görüntü olarak orada duruyor ve kendileri sarışınlardan hoşlanmayanlara hitap ediyor. Bebek gibi bir yüzü, alık bir bakışı ve ne dersen yapacakmış gibi saf bir hali var. Sanki ona bir şey söylendiğinde bir kerede anlamayacakmışta, şarkı sözlerini bile öyle çok ezberleyemiyormuşta, arada güzel diye takılıyormuş gibi duruyor. Onun sesi konusunda yorum yapamayacağız, çünkü duyduğumuzu pek söyleyemeyiz. Ama üçü bir araya geldiğinde kesinlikle çok güzel duruyor orası kesin. Sanki geçmiş zamandan bir yerden ışınlanıp geldikleri hissini uyandırıyorlar insanda, ki bu kesinlikle onların yapmak istediği şey olduğundan başarıya ulaştıkları söylenebilir. Ama bir kız grubuysan eninde sonunda ne giyiniyorsun, ne yiyorsun, saçın ne renk gibi yorumlar yapılır hakkında. ‘Hiç mi kadın sanatçı yok bu indie aleminde’ denilebilir belki ama öyle mini mini etekleri giyinip çıkarsan insanların karşısına, ister istemez kantin muhabbeti yapılır arkadan. Bunun kaçışı olmayacaktır, ister istemez yaptığın müzik türü ne olursa olsun salak kızlardan mısın, akıllı mısın, lezbiyen grubu musun konuşulur. Dolayısıyla başarının ufakta olsa bir kısmını görüntün oluşturur. Ama olsun kesinlikle biribirinden çirkin elemanlardan oluşan indie müzik grup elemanları göz önüne alındığında taze bir nefes olduğu kesin bu kız grubunun. O nedenle şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra, müziklerinde kendini kaybetmek en doğru tepki olacaktır.

Tam da bu isteğe cevap vereceği düşünülerek oluşturulmuş gibi görünen grubun kuruluş fikri bir yaz gecesinde Brighton’daki bir plajda oluşuyor. Grubun gitaristi Bobby’den çıkıyor üç kızı sahneye çıkartıp 50’lerin kız vokal grupları gibi takılmak. Kafaların gayet güzel olduğu bir anda çıkmış bir fikir olduğunu düşünürsek kesinlikle yakaladığı başarı çok büyük. Çünkü, sanki herkes böyle bir grubu bekliyormuş gibi ilgi görüyor The Pipettes. Ama tabii ki bu basit fikrin altını birşeylerle doldurmak gerektiğinden hemen bir misyon yüklenerek yollarına başlıyorlar. Misyon şu: “ Beatles’ın herşeyi batırdığı zamanlardan hemen öncesine tek gidiş bir bilet”. Tek gidiş, çünkü müziklerine bakıldığında tam olarak saf 50’ler görülüyor. Polka desenli elbiseler, kareografik el hareketleriyle süslenen sahne şovlarının yanında, bir baş dönmesiyle geçiş yapılan bir zaman tüneli var. Onlar sahnedeyken insan sanki zaman makinesi icad edilmiş ve 50’lere toplu geziler düzenleniyormuş, bir grup zamane gençliği de bu geziye katılmış gibi bir his doğuyor içlere. Sadece onların üzerlerinde olan polka elbiseleri yüzünden de böyle hissediliyor olabilir. Tabii bir de kızlardan ve erkeklerden bahseden şarkı sözleri, basit davul vuruşları, gitar rifleri, koro halinde tekrar edilen nakaratlar var.

Kesinlikle eğlenmek için bir araya gelmiş bir grup gencin isteğini tam gaz karşılayabilecek bir müzik yaptıklarından ilgi görmeleri de çok uzun sürmüyor tabii. Az sayıda basılan single’ları ile dilden dile dolaşmaya başlarken bir yandan da The Magic Numbers, Graham Coxon, British Sea Power ve Huw Stevens’ın yardımlarıyla daha geniş bir kitleye seslerini duyurmak kolaylaşıyor. Özellikle ‘Dirty Mind’ çıkışı itibariyle uzun süre radyolarda ilk 50 listesinin tepelerinde dolaşıyor. İlk videolarının çekilmesi ve sonrasında Londra’da iki büyük kulüpte kapalı gişe iki konser verince de dananın kuyruğu kızların elinde kalıyor. Tabii bu durum 2006 yılının kendileri için ne kadar karlı geçeceğininde bir sinyali olmuş olacak ki hemen albüm çalışmalarına başlıyorlar. Eğer bir aksilik çıkmazsa Memphis Industries’den albümlerini Temmuz ortası gibi çıkartacaklar. ‘Dirty Mind’ gibi başka bir hop hop hoplatan eğlenceli parçaları ise ‘Your Kisses Are Wasted On Me’. Bu şarkı çalarken insanın kendisini amerikan gençlik filmlerindeki yıl sonu partisinde okulun en yakışıklı erkeğiyle dans ediyormuş gibi hissetmemesi imkansız. Gwenno’nun arada güzel sesiyle yaptığı çıkışlar ise oldukça iç gıcıklatıcı. Kliplerindeki performansları izlendiğinde projenin oldukça başarılı olduğu bir kez daha keşfediliyor.

İndie pop sınıfına rahatlıkla oturtulabilecek gayet eğlenceli ve neşeli müzikleri, göz dolduran güzellikleri, bazı akıllı laflarıyla kendilerini görmezden gelmek gerçekten imkansız. Bir de bazı yerlerde ‘kız gibi’ demeçler vermeyi bırakabilirlerse o zaman başka hiçbir problem kalmayacak kesinlikle. Beatles’dan öncesine yetişemeyecek kadar bu zamana ait ve şimdi ki gözü müzikle dönmüş gençliği birkaç saatten fazla oyalayamayacak tarzlarıyla bir çeşni niyetine dinlenilen The Pipettes, sadece eğlendirmeyi görev aldığında daha bir iç rahatlığıyla sindirilebiliyor. Bu durum kuşkusuz biraz “çalsın sazlar oynasın kızlar” mentalitesinden kaynaklıdır. Ama fazla ciddiye almadan müziğe kendini verip, önce bir kere sonra iki kere seri halde elleri çırparak tempo tutmak en güzel seçim olacak.

Tapesler ve Nler


Sadece güzel vakit geçirmek için soğuk bir kış gününde bir araya gelmiş birkaç arkadaş birden kendisini fevkalade isterik bir hayran topluluğunun karşısında bulduğunda ne olur? Hemen havaya girilip, birkaç konser verilmez tabii ki. Gruptan bazı elemanlar ayrılabilir, albüm çıkarmak biraz uzun sürebilir. Çünkü amaç gerçekten sadece müzik yapmaksa fazla tantanaya gerek yoktur.

İnsanlar genelde başlarına güzel şeyler geldiğinde her defasında bir daha öyle bir güzel durumlar karşılaşamayacaklarını zanneder. Bu durum insanoğlunun ezikliğine ya da çok dertli bir varlık olmasına yorulabilir. Çok fazla derinlemesine incelemenin kimseye yararı olmayacak bu konuyu açmanın tek nedeni ise yeni bir dünya keşfi olabilir. Bu saçma ruh halinden sıyrılmanın artık zamanı geldiğini tekrar hatırlatan bir grup var insanların karşısında. Kendileri birçok yüksek mevkilerden aldıkları övgülerle, nasıl bir durumda olduklarını tam olarak kestiremeyen Tapes’n Tapes. İnsanlığın başına Pixies’ den sonra gelen en güzel olay olarak tanımlamak kesinlikle ukalalık ya da çok bilmişlik olarak adlandırılamaz. Keza eğer böyle bir fikir kafalarda parıldadıysa, müzik dünyasının birçok ağır topuna terbiyesizlik de yapılmış olacaktır. Bu konuda laf yarışına girilemeyecek yüksek merci Pitchfork’un da koruması altında olan bu gruba dil uzatanı dilinden asıyorlar bu günlerde. Büyüklerinin sözünü dinlemeye alışık olmayanlar bizzat yeni çıkardıkları The Loon albümünü dinleyebilir. Sanki yıkayıp yağlayanın yazan taraf olmadığı hissini uyandırdıktan sonra hemen konuya girilebilir.

İsmi kadar güzel şehir Minneapolisli olan grup üyelerinin bu karaya sıkı bir bağları var. Hatta forumlarında dahi bu memleketçilik durumu seziliyor hemen. Birlikte traş olmaya başlayan grup üyeleri kolejden beri arkadaşlar, bu nedenle müzik yapma durumları gayet doğal yollarla oluyor. “Haydi birlikte müzik yapalım” şeklinde birleşip sonra küçük çapta konserler vererek ilk sahne deneyimlerini yaşıyorlar. Ancak hikaye bu kadar basit değil, çünkü insanların yüreğini hop hop hoplatan, büyük umutlar vaad eden EP’lerini kayıt ettikleri ekiple şimdiki ekip bir iki kişi dışında farklı. Bu gruptan ayrılma ve yeni insanların gruba dahil olma durumu ise yüksek lisans mantık soruları kadar kafa karıştırcı. Çünkü Tapes’n Tapes saolsun, içerisindeki kişileri 2’ye ayırıyor ve “tapes’ler” ve “‘n ler” olarak adlandırıyor. Yani tarih derslerinde kaçıncı Murad’ ın ne iş yaptığını anlamadaki zorluk aynen burada da söz konusu. Kısaca şöyle anlatılabilir; Josh bir “tapes” olarak gitar çalıp şarkı söylüyor ve onun arkadaşları Steve Nelson gitarıyla ve “‘n 1.0 versiyon” olarak adlandırılan Mett Kretzmann basıyla eşlik ediyor. Daha sonra Steve grupdan ayrılıyor ve onun yerine diğer “tapes” olarak adlandırılan Karl Schweitz davul çalma görevi ile gruba katılıyor. İşte bu bir araya gelen iki “tapes” ve bir “‘n” Tapes’n Tapes EP’siyle insanların gözlerini yuvalarından fırlatıp, kenara çekilen grup oluyor. Bu EP, son günlerin tüm indie gruplarında karşılaşılabileceği üzere elden ele veya daha geniş tabir edilirse en ucuz yollarla insanlara ulaşıyor. Bu EP indie çevresinde öyle büyük bir ilgiyle karşılaşıyor ki neredeyse grubun tüm röportajlarını tek başına vermesi gözlerden kaçmayan Josh, kendilerinin dahi bu kaydı yaparken işin buralara geleceğini düşünmedikleri açıktan ifade ediyor. “Tapes” ve “‘n” meselesinin kalan kısmında ise EP’nin elden ele dağıtılmasından sonra,”’n” versiyonu Mett, işi gereği Seattle’a taşınınca “‘n 2.0 versiyonu” Shawn Neary gruba katılıyor. Hemen kısa bir süre sonra sapır sapır dökülen gruptan Karl’da ayrılıyor ve “tapes 3.0 versiyonu” Jeremy Hanson gruba katılıyor. Yani yeni çıkan albüm 2.0 ve 3.0 versiyonlarına ait bir albüm. Hiçbir şekilde Minneapolis orijinini kaybetmeyen grubun üyeleri değişmiş oluyor, ama grup bulduğu bu formül sayesinde dağılmış olmuyor. Bulaşık makinesi serisi isimlerini hatırlatan bu versiyonlaştırma sayesinde Tapes’n Tapes ismi korunmuş oluyor böylece. Bundan bir 50 yıl sonra söylenilen kadar başarılı müziklerini devam ettirip, zamanın hitleri arasında kalabilirlerse, o zamanın gençleri kendi aralarında kronoloji yaparken Matt kaçıncı versiyondu, kim tapes’di kim ‘n’di birbirleriyle ateşli tartışmalara girecek kuvvetle muhtemel.

Ancak ilginç olan kesinlikle grubun ismi ya da versiyon adlandırması değil. Bu kadar insanın anlamsız nedenlerle ayrılıp başka birilerinin dahil olduğu bir grubun müziğinin bu kadar sağlam olması durumu, gerçekten beyin uçuklatıcı. Birbirlerini tanıma ve görme şansları ancak birkaç ay olan grup üyelerinden en az ilk EP kadar mükemmel parçalar çıkmış ardı ardına. Minneapolis’te müzik patlaması yaratabilecek iki grup çıkabilirmiş bu kadar insandan. Ancak onlar birbirlerini kardeş gibi gören bir topluluk olduklarını –neyseki- fazla romantik olmayan bir dille ifade ediyorlar. Ancak bu kardeşlik tabii ki biyolojik değil, müzik kardeşliği. Bir şekilde kardeş oldukları parçalarındaki ahenkten kendini ele verebiliyor aslında.

EP’lerini dağıtmalarının ardından tam 3 yıl geçmesine rağmen oldukça geniş bir kitle tarafından inanılmaz bir ilgiyle karşılaşan grup, bunun yanında -daha önce değinildiği üzere- tüm eleştirmenlerden de kırmızı kurdelesini almış durumda. Yaptıkları müziğin Pixies ve Pavement ile karşılaştırılması ile kesinlikle yerine tam olarak oturmuş bir yorum. Pixies’in bazen daha ağlaz ya da daha bir neşeli olan halleri gibi değerlendirilebilir. Ancak birbiriyle tamamen örtüşen bir durumun olduğu su götürmez bir gerçeklik. “The Loon” birbiri ardına hiçbir şekilde temposunu düşürmeyen parçalardan oluşuyor. Enerjik ve bir o kadar tempolu bu albümde farklı bir çok türün birbiriyle yakınlaşmaları pür dikkat dinlenildiğinde hemen kendini ele veriyor. Albümün herkes tarafından tek bir kalemde favorisi ilan edilen ‘insistor’ adlı parça country ve rock’ın temposunu iç içe geçtiği zıplatan bir parça. Sözleri ise bir teenager’ın dinlediğinde çok farklı şeyler öğrenebileceği cinsten. “In Houston” ise bir erkek vokalin kolay yakalayamayacağı bir titreklikle insanın içini kolaylıkla burkabiliyor, ama kesinlikle yerlerde sürünmeyen bir havası var. Tüm albüm dinlendiğinde sanki çok eski zamanlardan beri bu grubu tanıyormuşsunuz gibi bir his içlere doğuyor ki, bu kesinlikle onlar için iyiye delalet bir durum. Kendi uydurdukları Ibid Records plak şirketi ismi ile yayınladıkları albüm “The Loon” bu yılın en çok konuşulan indie olayıyken bu hissin doğru bir his olduğu zaten tasdik edilip onaylanmış oluyor.

Tapes’n tapes, hakkında kulaklara daha hiçbir bilgi yapışmadığında dahi hemen kabul edilebilecek kadar tanıdık ve bir o kadar çeşitli tonları bir araya getirmesindeki başarısıyla, şu günlerde hergün yeni biriyle tanışılınan indie cephesinde farkını belli ediyor. Bu çok bilindik akorların ya da vuruşların içerisine ekledikleri melodiler onların müziğinin anahtarı. Daha önce duyulmuş olduğuna iddiaya girilebilecek bir parçanın içerisinde karşılara çıkan bambaşka bir vokal ya da bilindik bir vokalin yanındaki farklı bir ses grubun yaptığını açıklayabilir. Şimdilik herkesin çok da haberi olmadığı bu grup kesinlikle birilerinin yüksek görüşleri olsun veya olmasın kendini duyuracak kadar güçlü.

Primal Scream'de andropoz belirtileri


Herkesin bir dikiş tutturduğu ve herşeyin çok hızlı tüketildiğinden dem vurulan şu günlerde müziğinde bundan nasibini almaması beklenemezdi. Birçok sound’u da bundan nasibini aldı ki, birini tüketilmiş bulurken diğerini ayrı tutmak pek mümkün görünmüyor. Rock müzikte tam olarak eleştirilerden nasibini almışken yıllardır ağzından ne çıktığı büyük bir dikkatle dinlenen Primal Scream’in yeni albümü de raflardaki yerini aldı. Renkli baloncuklar şeklinde ortaya çıkıp havanın baskısına dayanamayıp patlayan grupların yanında, uzatmalı rock gruplarının albümleri başka bir heyecanlandırıyor insanı kuşkusuz. Fakat yuvarlağın içinde tersine dönen bir yuvarlak var ki, o da bu uzatmalı rock grubunun kendi sound’unun içindeki başarısı. “Riot City Blues” işte bu noktada belki incelenecek ve tarihsel akıştaki yerini alacak. Ancak ilk izlenim gösteriyor ki, Primal Scream artık çok yorgun. Son birkaç albümünden çok daha parlak olduğu gerçeğiyle birlikte yorgunluktan kendisini mandoline vurmuş, çok iyi bildiği sularda kulaçlar atmayı tercih etmiş bir grup görüyoruz karşımızda ve bakıyoruz onlara nemli gözlerle.

Peki neden nemli gözlerimiz?

Primal Scream müzik tarihindeki haklı yerini alacağından habersiz 80’lerin ortalarında Glasgow’da sosyalist bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Gillespie tarafından kurulduğunda, son derece zamanına ait parçalarla duyurdu sesini bir süre. Ancak genlerinden kaynaklı olsa gerek bir haykırma hali vardı Gillespie’de ki, kendisi bu durumu o zamanlar heryerde karşınıza çıkabilecek punkvari bir bir tarz ile biçimlendiriyordu. Futboldan çok hoşlanan, birayı su gibi tüketen ve müzik yapmayı bir yaşam biçimi olarak benimseyen Alan McGee ve Robert Young ile olan birlikteliklerinin ise, o zaman bu kadar uzun süreceğinden haberleri yok tabii. Bir süre başka grup isimleri adı altında kafasına göre takılan arkadaşlar, ileride müzikal alemlere yön verecek Primal Scream’i arada bir besliyorlar itinayla. Ancak Elevation’dan yayınlanan Sonic Flower Groove’a kadar Primal Scream doğumunu tamamlamış olmuyor. İleride yön vereceği kitlelerin başka klasik tınılar peşinde koştuğu sıralarda Alan McGee ve Gillespie ikilisinin acid house ciğerlerine çekmesi ve çok iyi kullandıkları ateşli gitar riflerini bu kışkırtan müzik üzerine oturtması ise hayatlarının dönüm noktasını belirliyor. Dönüm noktasının Primal Scream için adı ise, o dönem İngiliz house alemlerinin aranılan adamı Dj Andrew Weatherall’la çalıştıkları “Screamadelica”. Primal Scream’ın herkesin hayatına girdiği albüm olarak nitelendirilebilecek Screamadelica grubun dans ve rock soundunu kusursuz bir araya getiren, dudak uçuklatan bir yenilikti o dönemin gençleri için. Hatta “90’lar da bir Screamadelica nesli vardı” demek bile fazla abartıya kaçmaz. Çok mütevazi açıklamalarda bulunan Gillespie dahi albüm için, “yeni, özel ve heyecan verici birşeyler yaptığımız hissediyoruz” derken yaptıklarının şaşkınlığı içerisindedir muhtemelen. Çook uzun yıllar kendilerini besleyecek ve belki de gölgesinden de kurtulmaları pek mümkün olmayacak bu albüm hiç beklenilmeyen bir anda gelmiştir herkesin karşısına. E karşılarında da aç bir dinleyici kitlesi bulunca bu yeni arayış, üstüne atlanılmıştır çılgın topluluklarca.

Ancak, albümün başarısının lanetini keşfetmeleri grup için çok uzun sürmez. Bir araya getirdikleri rock ve dansın mükemmel birlikteliğini bir sonraki albümlere taşımak grup için çok da kolay olmaz. Tam burada gruba bok atmadan önce ince eleyip sık dokumanın gerekliliği üzerine durulmalı. Primal Scream ne keşfettiğinin farkında olmadan, eğlenceli müziğin peşinde koştuğu sıralarda Screamadelica’dan sonra çıkardığı Give Out But Don’t Give Up’ın beklenilen ilgiyi görmemesi kuşkusuz albümün sadece kötü bir alt yapısı olmasından değil, yükselen çıtadan da kaynaklanıyordu. Bu bir klasiktir aslında sanatçıların hayatında. O kadar büyük bir albüm yaparsınız ki, bir sonraki albümün normal karşılanabilecek başarısı bile herkes tarafından bir başarısızlık olarak algılanır. Ama kitle psikolojisini kendi bozulan psikolojilerinin yanında hiçe sayan grup, depresif ve yorgun iki yıllık bir turne yaşar ister istemez.

Arada geçen normale yakın bir albüm sonrasında eski parlak günlerin yakalandığı “XTRMNTR” daha karanlık bir yapıya sahiptir. Ancak karanlığı üzerine yerleşmiş hip- hop, dub, funk ritimleri yine herkesi heyecanlandırmayı başarır. Üstüne üstlük damarlardaki sosyalist kanın dışarıya fırşkırışının da hissedildiği bu albüm ve sonrasında aynı çizgide ilerleyen “Evil Heat”, politik yapısıyla da çarpıcıdır. ‘Swastika Eyes’ ve ‘Kill All Hippies’ tüyleri havaya dikerken, Gillespie’nin arkadan gelen “ ölü bir kültür ve klostrofobik şehir hayatı..Şu an İngilizlerin yaşadığı budur.” sözleri gereken kişilerce algılanmış ve rock’ın ruhu şaad olmuştur. Hatta içinde bulunduğu toplumun bu kadar farkında olup, net bir şekilde eleştirisini yapması ileride yazılacak olan Rock tarihi kitaplarına geçmeleri için gayet yerinde nedenleri de doğurmuştur yarattıkları türün yanında. Halen resmi sitelerinden, Amerikan yönetimine, baskıya, tüm dünyanın amerikanlaştırılmaya çalışmasına, onun kuklalarına sıkı küfürler içeren giriş yazısına ulaşmak mümkün. Herkes tarafından düşünülen, dik duruşları, dobra lafları bir sonraki albümde daha da artacak, hele de içinde bulunduğumuz Amerika’nın son birkaç yıldır doğu üzerinde oynadığı korkunç planları ve masumların katledilişini konu alacak parçalar beyinlere balyoz gibi inecek beklentileri ise şimdilik beklemede.

Gözlerimizin neden nemli olduğu kısmına biraz yavaş gelinmiş olabilir. Riot City Blues raflardaki yerinden sonra müzik çalarımızdan kulaklarımıza ulaştığında ilk verilen tepki hepimiz için anlamaya çalışmak olsa gerek. Çünkü yenileri bir kenara bırakıp şarkı sözlerinin ve duruşlarının anlamsızlığını sineye çekerken, eskilerin bu tavrı ile karşılaşmak bir dumura uğratıyor insanı ister istemez. Görünen o ki Primal Scream’in en azından şimdilik– öyle olmasını umuyoruz- farklı bir şey anlatmaya , kimseyi gaza getirmeye, rock’ın ruhunu yaşatmaya niyeti yok. Eğlence rotamızın üzerinde mola vereceğimiz yeni durağımız Riot City Blues. Yani bir zaman dans ve rock’ın mükemmel birleşimini ağzımıza çalıp sonrasında hemen bir düşüşe geçen Primal Scream, şimdi de bir önceki albümlerinde ciddi politik laflar ederken birden dans etmeye başlayıp “eee bu ne lahana turşusu” dedirtiyor. Turşunun tarifi ise; biraz country biraz mandolin ve birazda çekingeli sözler.

Şimdi myspace var!


Tipsizim, hiç arkadaşım yok, konuşurken iki lafı bir araya getiremiyorum, bir internet sitem bile yok, müziğe yeneteğim var ama kimse beni dinlemiyor, bir topluluğa ait olmak istiyorum, asosyalim… Rahatla, hepsi geçti!

Şimdiye kadar izlediğimiz bilim kurgu filmlerinde bizlere yaşadığımız şu günlerde dünyayı robotların ele geçireceği değil de bilgisayarların en iyi arkadaşlarımız olduğu senaryosu sunulsaydı, hepimiz kendimizi süper hissedebilirdik. Çünkü geçmişinde yakın bir süre önce savaşmayı bırakmış yaratıklar olarak, aslında geldiğimiz nokta hiç de fena değil. Tamam, yine açlıktan ölen insan toplulukları var ya da petrol için savaşlar oluyor ama şu bir gerçek ki, teknolojinin sökük ipliği bulunmuş durumda. Geriye sadece bu söküğü çekmenin kaldığını keşfeden insanoğlunun ise, eli bu konuda hiç korkak değil. Kendi lehine gelişen olayları hızlandırmakta üstüne olmayan bir ırk olduğumuzdan, sonuna kadar gideceğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Bu gelişim korkutucu geliyorsa, cep telefonlarının hayatımızda temel ihtiyaçlar arasındaki yerini aldığı bir yüzyılda yaşadığımız gerçeğiyle güne başlamak, belki sağlıklı bir adaptasyon süreci sağlayabilir. Tabii bu gerçeği kabul ettikten sonra, sırada sabah yüzünü gördüğünüz ilk kişinin bilgisayarınız olduğu, ikinci gerçek geliyor.

Hikayenin başlangıcı içlerde bir sıkıntı yaratsa da, artık bir çoğumuz geleceğin çok da korkunç olmadığı biliyoruz. Yani daha doğrusu bir süre önce kötü gözle bakılan bilgisayar ve dolayısıyla sanal ortamlara artık annelerimiz bile alışmış durumda. Ailemizde herkesin birer msn adresi varken, bu kültürü hala dışımızda tutmak pek mümkün görünmüyor. E tabii aile eşrafının da işin içine girmesiyle, farklı topluluklar yaratmanın gerekliliği de yavaştan doğmuş oluyor. Yine gençlerin toplandıkları platformlar farklı renkler alırken, kendini ifade alanları gruplaşmaları ortaya çıkartıyor. Hatta öyle ki, ne müzik dinlediğinizden, ne renk şarap sevdiğinize, çocukluk kahramanınızdan, donunuzun rengine kadar çeşitli garip topluluklar oluşturabiliyorsunuz. Tabii büyük büyük medya patronlarının elini bu işlere bulaştırmasının konu üzerinde tartışılmaz bir etkisi var, ama konunun bu kısmıyla hiç ama hiç ilgilenmiyoruz.

Bir süre önce kötü gözle bakılan sanal alemin şimdilerde önlemez çıkışının en büyük nedeni ise, çiftleşme olayını tamamlayan toplulukların zincirin diğer halkalarına atlamış olmaları. Yani pornoyla ünlenen internet, hemen sonrasında yerini daha seviyeli arkadaşlıklara, oradan da daha öznel aktivite topluluklarına devretmiş durumda. Zincirin en gelişmiş halkası ise, aslında konumuz olan milyonları içinde barındıran, şu an Amerika’da en çok tıklanan siteler arasında bir numaraya oturmuş ‘myspace’. Hatta öyle ki, 2003 yılında kurulan bu site, şimdilerde kayıt altına alınan üyelerinin ‘myspace jenerasyonu’ adıyla anılacak kadar kuvvetli bir hale geldi. Tarihsel süreçte bir çağın başlangıcı olarak bile bahsedilebilir adından. Dünyanın en büyük medya kuruluşu Rupert Murdoch’ın siteyi satın alması, bu öngörüyü korkutucu derecere kuvvetlendiriyor. Yazılı ve görsel yayım ağıyla dünyanın 4 te 3 ‘üne ulaşan medya devinin kısa kolu da ‘myspace’le uzamaya başladı kısacası.

Peki en son yapılan sayımda 83 milyon üyesi olduğu saptanan ve her geçen gün binlerce kişinin de kayıt yaptırdığı bu sitenin sihri nedir?

Sihir kelimesiyle olaya bir gizem ve daha mistik bir durum yüklenilmeye çalışılsa da, aslında tek bir gerçek var. O da Myspace’in her yola geldiği. Site içinde yapacağınız aktiviteler o kadar çeşitli ki, kendinize ait bir şey muhakkak buluyorsunuz. İster yarım yamalak ingilizcenizle porno yıldızı adayları İngiliz çıtırlarıyla tanışın – ki arkadaşlar arasında ‘tipsiz’ olarak nam salmış olsanızda, inanılmaz bir şekilde olumlu cevaplar alıyor, internetin en büyük nimetlerinden biri olan şizofren kimliğinizle varoluyorsunuz- ister şiir sever arkadaşlarla şiir okuma günleri düzenleyin, isterseniz komik bulduğunuz bir videoyu arkadaşlarınızla paylaşın, isterseniz dünyanın en saçma şarkı sözleriyle sesinizi diğer insanlara duyurun, ister kendinize ait bir web sayfası oluşturun ya da öyle güzel bir künye hazırlayın ki okuyan vay be ne kızmış ya da erkekmiş demekten kendini geri alamasın. Üstüne üstlük bunlar sadece yapılabileceklerin en odun kısmı, çünkü sitenin en akla hayale sığmayan atraksiyonu ortamda birbirinden ünlü isimlerin de yer alması. Arkadaş listesinde olmayı rüyalarınızda görebileceğiniz insanların ya da grupların kişisel ekranında yer almak grurunuzu okşarken, başka bir bölümde gruptan gelen ‘şu gün şurada konserimiz var, hepimiz ordayız, sen de gel’ mesajı iyiden iyiye havaya girmenizi sağlıyor. Yani kolaylıkla herhangi bir yeni yetme indie grup için “myspace’den arkadaşım” cümlesini kurabilirsiniz en havalı ses tonunuzla. Üstüne üstlük kendi kaydınızla da bu milyonlara ulaşabilir, şarkılarınızı dinlemek için evinize bin bir ricayla çağırdığınız arkadaşınıza çok meşgul olduğunuzu söyleyip, görüşmeyebilirsiniz.

İşte mysape’in sihrinin ne olduğu tam olarak burada çözülüyor. Siteye yoğun ilginin en büyük nedenlerinden biri inanılmaz bir müzik community’sini çok doğal bir şekilde oluşturmuş olması. Karı kız peşinde koşan topluluktan ayrı, muhabbeti koyulaştırmış müzik tutkunlarının her gün buluştuğu bir ortam var sitede. Tabii bunun hemen farkına varan plak şirketleri için de pazaryeri oluyor bu ortam. Barlarda dolaşıp uykusuz geceler geçiren prodüktörler, bilgisayarlarının başında ellerinde kahveleri işlerini yapmanın sevincini yaşıyor myspace sayesinde. Hele bir de -şimdilik en ünlüsü sayılabilecek- Arctic Monkeys’in bu site üzerinden şöhret olması ve ardından Lily Allen, Sandi Thom gibi isimlerin gelmesi, ‘sesimi milyonlara duyuracağım’ umidiyle genişleyen topluluğun tavana vurmasını sağlıyor. Yani şu sıra meşhur olmanın yolu myspace’den geçiyor. Hatta sürecin nasıl işlediğini ölçmek için Q dergisinin rehber niteliğinde de bir çalışması var: Dergi fake bir indie grubu yaratıp 3 akorlu şarkısını sayfasına yükledikten sonra, kendine havalı bir künye hazırlayıp tanınmış bir başka grubun arkadaş listesi vasıtasıyla kitlesine sızıyor. Yaklaşık bir hafta sonra inanılmaz bir arkadaş listesi oluşuyor ve parçalarını iPod’una indiren hayran kitlesi, yavaştan isimlerini ortamlarda zikretmeye başlıyor. Daha sonra yeni bar açacak olan bir işletmeciyle de tanışmalarıyla, yaklaşık 3 hafta sonunda sahne alacak ve konserlerini dolduracak kadar meşhur oluyorlar. Yani aynı yolu izleyen ve biraz şansı olan birçok grubun milyonlara ulaşması artık sadece 3 hafta alıyor. Bar köşelerinde eriyip gitmiş yeteneklerin myspace’i olmadığı için üzülürken, bizlerin böyle bir şansı olduğu için sevinmekten başka bir şey kalmıyor geriye sonrasında.

Ancak son gelen haberlere göre, sitenin sahibi medya patronu, myspace üzerinden parçaların satışına başladığında olaya aynı heyecanla girecek miyiz, orası bilinmez. Hadi tanınmış grupların albüm parçalarının satışını sineye çekersek, amatör gruplara destek kisvesi altında, onlarında şarkılarının satışa çıkarılmasıyla durum hayli değişecek gibi. Yani “aramızda paranın lafı olmaz” mantığıyla işleyen myspace’in profesyonellerce ele geçirilmesi büyüyü bozabilir. Bu nedenle şimdilik yapılması gereken en mantıklı şey, patron stratejisini daha oturtmamışken siteye hemen üye olup, amatör ruhun tadına varmak, myspace hala bir plak şirketi değilken, müziği sadece müzik yapmak için yapan topluluklarla bir araya gelmek .

Not: Site hakkında konuşulurken adından bahsetmeden geçilemeyecek bir kişi var yalnız. İlk üye olduğunuzda sizi kapıda karşılayan ‘Tom’, myspace’in kahyası. Kibar bir şekilde size hoş geldiniz diyecek ve yapabileceklerinizden bahsedecek. Elektrik kesintilerinden, gönderilemeyen mesajlara kadar her türlü teknik probleminizle kendisi ilgileniyor. Yalnız Tom kimdir, necidir, tam bir fenomendir.

Ben bir yalan uy-dur-drum


Deneysel dendiğinde insanın aklına ne geliyorsa işte bu sözcüklerin yanına eklenmesi gereken bir isim daha var, o da kesinlikle Liars. Yanınızda ruhani varlıkların sizlere tüm ihtişamlı gölgelerini göstererek dolaştıkları bir alan, bir stresli ruh halinin sonrasında hemen verilen kaos, müzikleriyle onların sizin ruhunuza ekledikleri gelgitler. İlk başta pek bir eğlence ile başlayan yolculuk daha sonrasında bir Aztec törenine dönüşüyor. Eğer tüm bu serüvene gözüm kapalı atlarım, düzensiz ruh hallerinin hastasıyım, varoluşun her türlü anlatımı beni derinden etkiler gibi meraklar içindeysen, Liars bunları derinlemesine anlatabilir.

2000’in ilk aylarında en başında hangi amaçla bir araya gelmiş oldukları tam olarak kendileri tarafından da bilinmese de “drum”un nereye geldiği kesinlikle çok önemli. Sanatın başka dallarından gelen geçmişleri onların bu farklı birlikteliklerini oluşturduğunda ortaya çıkan şeyin ne olacağı konusunda tam da bir fikirleri yoktu kısaca. Ama her bir albümlerinin birbirinden oldukça farklı yapıları birşeylerin peşinde olduklarını gün gibi açığa çıkardı. New York City’de başlayan hikayeleri birçok grup gibi sadece ilan yoluyla olan bu 4’lünün- şu an kendileri için saedece 3’lü deniyor, bir değişim söz konusu- yaptıkları müziğe bakıldığında ruh ikizlerini buldukları hissediliyor hemen. Birbirini tanımayan dört insan bir araya geldiğinde ancak bu kadar saçmalayabilir. Üstüne üstlük bu saçmalama hali ancak bu kadar müzikal bir şölene dönüşebilir. O nedenle şimdi bu grubu nasıl tanımlamak gerektiği konusunda da bir dumur yaşanıyor.‘Broken Wicth’ ile ormana bırakılan gençler yüksek ihtimalle bir ilkel topluluk tarafından yetiştirildi. Çünkü 2006’da bulundukları yerde oldukça farklılaşmış olarak çıktılar ortaya. Tamam yine çok aydınlık bir yapıları yok kesinlikle ama bu insanlar değişmeye ve işin ruhuna takılmış görünüyor. Her çıkardıkları albümde derisi daha bir soyulan bu amazonun en korkunç yılanı, ilk baştaki renklerinden kesinlikle çok daha farklı. Grubun vokalisti olan Aussie Andrew’in o istediğinde çok oturaklı istediğinde ise bir ortaokul ergen çatlaklığından farkı kalmayan sesi nasıl bir vokalle karşı karşıya olunduğunu kesinlikle ele vermiyor. Bunun yanında Liars’ın müziğinin derinlemesine hissedilmesini sağlayan “drum” hadisesi parçalarının neredeyse hepsinde o kadar sık veriliyor ki, gerçek davul ile drum machine seslerinin hangisini algılanıp hangisini beynin başka yerlerine gönderileceği konusunda en ufak bir fikri kalmıyor insanın. Kulağa gelen ilk nota ile sentetik bir müziğin içinizi sıkan tarafının bir süre sonra beyni alınmış alık bir yaratığa sokma hali ise yapılan deneysel müziğin, sizin üzerinizde yapılan bir deney olduğu hissini uyandırıyor. Gitar bas ve davulun içerisine sıkıştırılmış ne olduğu belirsiz seslerin müziğe ritim kazandırması büyük bir hayranlıkla izlenmeye başlanıyor bir süre sonra. Acaba biri bir kurşun kalemle deftere bir şeyler mi karalıyor, gök mü gürlüyor yoksa bir yerlere bombalar mı bırakılıyor.. Her an endişeli bir ruh hali ile derin bir bekleyiş içerisinde parçaların sonu geliyor. Daha sonrasında tam bunların birer bomba sesi olduğuna karar verildiğinde, bu defa yine vazgeçilemeyen drum ‘un üzerinde dans eden elektronik çığırtıların yükselişi ile irkiliniyor. Eğer gidişata bakılırsa kesinlikle bir gidişat yok. Ropörtajlarında da bundan bahsediyorlar çok şükür de bunlar ne yapıyor böyle kaçırılan bir şey mi var acaba sorularından uzaklaşılıyor hemen. Bu kadar küt kelimeler ve kaba bir müzikle ince çizgiyi yakalamak gerçekten büyük bir yetenek işi. İşte olayın güzel tarafı ilk önce algılamak da zorluk çekilen bu deneyin daha sonrasında tüm ruhu ele geçirmesi. Ama bu kesinlikle dinleyenin yeteneği ile alakalı değil. Çünkü bunu yapan yine kendileri oluyor. Bilinmeyen bir yolda yürümenin bir süre sonra insanı yorabileceğinin farkında olsalar gerek, aralarda biryerde belli bir türe yanaşmaları görmek mümkün olabiliyor. Tabi bu yaklaşma çok uzun sürmüyor. Tamam bu bir punk sound’u ya da art rock’ın içerisine rahatça oturturum dendiği anda tam anlamı ile bir u dönüşü söz konusu. O nedenle kategorize etmekden zevk alınıyorsa bu müzikden zevk almak pek mümkün olmayacak kesinlikle.

Bir zamanlar çerez olarak dinlenebilecek eğlenceli parçaların yaratıcıları yaptıklarından sıkıldıklarından mıdır yoksa farklı bir şey keşfettiklerinden midir bilinmez gittikçe uzak bir gezegene taşınıyorlar. Ayrıca büyüyüp olgunlaştıkları da bir gerçek. İlk söylemleri ile şimdikiler arasında farkların görülmesinin başlıca nedenlerinden biri de budur herhalde. Ayrıca politik bir tarafları da var, amaç bir şeylerin karşısında durmaksa o halde kesinlikle klasik davul vuruşlarının, gitar riflerinin yanında bir dünya da olmalı. Gerçi bu politik görüş müziklerindeki karşı duruşu çok fazla barındırmıyor. Grubun sinemaya olan ilgisininde bir sonucu olarak Afganistan ve Irak savaşında askerler hakkında çektikleri belgeseller belki politik bir alt yapının sonucu, ancak eleştiri, karşı durma, “Why” sorusu vs. gibi bir sorgulama söz konusu değil. Onlar daha çok 32.000 fitte nasıl cep telefonu ile konuşulabildiği ya da bir parça titanyumun nasıl kocaman jetleri havada tutabildiği konusuna eğilmişler. Yani milliyetçi bir propaganda da yapmak istediklerinden oldukça uzak, Michael Moore gibi bir savaş polemiği de. Etliye sütlüye dokunmayan, uzaktan bir bakış kameralarının alanına giren görüntü.

Bu belgesel ve kısa film denemelerini müzikle bir araya getirme ideallerini ise son albümlerinde gerçekleştiriyorlar. Geçtiğimiz aylardan birinde yayınladıkları “Drum’s not dead” bir DVD çalışması ile destekleniyor. 3 parçalarına sinematik bir anlatım hazırlanmış. Bunların yanında animasyon ve sahne arkası görüntüleriyle desteklenen 36 kısa film içeriyor. Albümün değişik, başka hiçbirşeyle bağdaştırılamayacak müziklerindeki değişiminin bir nedeni de grubun Berlin’e taşınması. Buradaki bohem tarzın ya da enerjik müziğin etkisi yadsınamaz hale gelmiş kendileri için. Ancak bu farklılaşma kesinlikle öyle bilindik, kalıplara sığdırılabilecek bir başkalaşım değil. Davulla neler yapılabileceği konusuna takık bir grup oldukları her hallerinden belli grup üyelerinin albüm ismide herşeyi açıklar nitelikte. Drum’s not dead…Ama şunu söylemek gerekir ki bir davulla farklı bir ses çıkartmak fizik kurallarına da biraz aykırı bir durum olduğundan duyulan ses yine davul sesi. Ama bu davul sesinin gittikçe ilkel bir kabileninkiyle aynı tonu yakaladığı söylenebilir. Julian Gross bu vuruşların kendilerine iyi bir masaj olduğunu söylüyor. Masaja bayağı bir ihtiyaçları olduğu daha albümün ilk parçasından kendisini ele veriyor. İkinci albümde başlayan değişik drum denemeleri hat safhaya çıkmış durumda. Kimsenin ne dediği ya da ne diyeceği çok da umurlarında olmayan bir tavırla tamtamlara abanmış grup üyelerinin gocunmaları yok. Bu değişimin kime ne hissettireceği, kimin beğenip kimin beğenmeyeceği pek de şeylerinde değilmiş gibi duruyor. Ama maksadın meydan okumak olduğu bir görüş içerisinde dinleyiciye de meydan okuyor olabilirler ki kuvvetle muhtemel fikirlerinin özü budur. Bütün bu dengesiz müziği insanın sabrını sınayan birbirinden alakasız birliktelikleri bu kadar sistematik olarak başka bir amaç uğruna bir araya gelemez.

Değişim güzel ve Drum’s not dead..Olay bu kadar basit, öyle kafa patlatmak neler oluyor burada şimdi, bunlar ne yapmaya çalışıyor gibi nafile sorulara pek gerek yok. Hele bir de Almanya ayağı başlamışken, olayın Doğu Avrupa ruh halinin bu albüme yansımaması beklenemezdi tabii. Zaten “kötü” bir müzik yapmak isteyen insanlara tarihi ve yaşanmış halleriyle gerekli alt yapı da sağlandığından, beklenilenden çok daha “bad” bir durumun söz konusu olması kaçınılmazdı.

Kendisi ‘Smile’ parçasıyla in’dir, Londra’lı bir cin’dir..


Karşımdakine küfür etsem dahi kaba bir cevap veremeyecek kadar hoş bir üslubum, yüzümün üzerine Japon çizgi filmlerindeki kadar hoş oturan minik bir burnum, alalade kahverengi olsa da gayet etkileyici gözlerim, naturel saçlarım, kalpli küpelerim, rengarenk makyaj malzemelerim, kırmızı dudaklarım, etine dolgun bir vücudum, eğlenceli arkadaşlarım, ne yaparsam yapayım arkamda olan bir ailem ve ne söylersem söyleyeyim onu bir şarkıya çeviren inanılmaz bir ses tonum var. Ne kadar şirin birşeyim, in miyim, cin miyim, söyleyin ben kimim?

Aynaya baktığında ya da klozete oturup tuvaletini yaparken bunlar geçiyor olmalı Lily Allen’ın minik kafasından.

Bu düşüncelerin hepsinin muhakkak gerçek bir yanı var. Ama hikayede yanıltıcı bazı noktalar olabilir. Yanılılan konulardan ilki kendisinin çok klasik bir Avrupalı hayatı yaşadığı. İkincisi ise Lily Allen’ın kendisi hakkından aynaya bakarken ya da tuvaletini yaparken bunları düşündüğü. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında kendisi hakkında böyle hisler kalplere doğsa da, o temiz aile kızı suratı olan bir sokak kızı. Bunu şarkılarının hoş sözlerinin arasına sıkıştırılmış ‘fucking’lerden anlamanız gerekirdi, ama anlamayanlara hemen söylemek gerekli ki Lily Allen, hayatın gayet çemberinden geçmiş, çok erken yaşlarında kafasına buyruk yaşamanın dibine vurmuş, küfrü ağzından eksik olmayan İngiliz’in teki. Ortada ‘yaz albümü’ paketi şeklinde bizlere sunulan bu kızın, kuvvetli pop sound’unun altında tabii ki bir ‘bitch’lik olmalıydı.

Ayrıca şirinlik muskalığının, herhangi bir müzik aleti çalamadan müzisyen olunabileceğinin yanında Lily Allen, artık büyük büyük müzik prodüktörlerine gerek olmadan, sadece internet üzerinden de star olunabileceğinin yeni kanıtı. Myspace jenerasyonunun en ateşli izleyicileri arasından kendisine hiç de azımsanmayacak binlerce dinleyici bulan Lily’nin başarısı, sitedeki binlerce müzisyeninde umudu haline gelmiş durumda. Tabii yeni prodüktörümüz Myspace’in yaptığı reklamında haddi hesabı olmuyor o başka bir tartışma konusu.

Müzik piyasasının gidişatını bir kenara bırakıp yine bu insanın içini gıcıklayan yumuşak bir sese sahip, henüz 21 yaşında olmasına ve müzikle öyle yıllardır ilgilenmemesine rağmen – zaten yaşına bakılırsa ne kadar ilgilenmiş olabilir ki? Hadi 3 yaşında dili şarkı söylemeye dönse, müzik kariyeri 18 yıllık olur. Evcilik oynadığı yılları da çıkarırsak geriye 13 yıl kalsın. Maksimum değer bu olabilir.- inanılmaz bir yorumu olan Allen’a gelirsek, ilk başta kendisinin kaba İngilizcesinden de anlaşılacağı üzere, İngiltere’nin bağrıdan kopmuş olduğuyla başlayabiliriz. Ancak şarkı söylerken dilini o kadar seri kullanıyor ki, bir İngiliz’in bu kadar seri ve yayık konuştuğuna ilk defa şahit olduğunuzdan, Lily’nin bazı şarkı aralarında konuşmalarını duyana kadar adadan olup olmadığını ayırd edemiyorsunuz. Tabii eğlenceli sound’u sizi bu konuda şaşırtan ikinci unsur oluyor. Çok çeşitli türlerden beslendiği hemen belli olan müziğinin asıl kaynağının ise ailesinin müzik arşivi olduğunu duyduğunuzda o 70’lerin tınılarının nereden geldiği kafalarda daha net oturuyor. Anlaşılan zaten sanatçı bir babanın kızı olan Lily’lerin evinde sıkı bir arşiv bulunuyor. Tabii arşivin dışında her İngiliz genç gibi punk ve ska’da dinliyor Lily gençliğinde (!).

Başına buyruk hallerinin sinyalini veren eğlenceli sallamaz şarkı sözlerinden anlaşılacağı üzere, Lily’nin hayatı çok küçük yaşlardan itibaren kendi tercihleri çerçevesinde yaşanıyor. Ailesinin çok fazla şehir değiştirdiğini bu nedenle hiç arkadaş edinemediğini ve çocukluğundaki bu kısımların kendisi için oldukça bulanık olduğunu söylediğinde ise, hemen çocuk tavrının nedenleri hakkında psikolojik çıkarımınızı yapıyorsunuz. Hayatındaki en ilginç ayrıntı, 15 yaşıda kendi isteğiyle okuldan ayrılması ve bu eksiğini kendisi kitaplar okuyarak kapatmaya çalışması. Tabii kendisinin bu hareketi, zengin bir kızın “aman okumayacağım ihtiyacım yok” mentalitesinden midir, yoksa radikal bir çıkış mıdır, onu henüz o kadar net göremiyoruz. İnternet üzerinden kurulan ilişkilerin eksik yanına benzeyen bir durum söz konusu ilginç bir şekilde.

Okul derdinden kurtulduğunda ise o yaştaki herkesin yaptığı gibi sokaklara atıyor kendisini birkaç yıl. Önündeki 3 seneyi sokaklarda geçiren, ama yerlerde sürünen druger’lardan da olmamaya özen gösteren Lily, ailesinden gizli bir şekilde İbiza’da tatile gittiğinde ise, hayatını başka bir yöne sokmuş oluyor farkına varmadan. George Lamb ile tanışan Lily, müzik çalışmalarına da burada başlıyor. Tabii müzik çalışması derken herhangi bir stüdyo çalışmasından bahsetmiyoruz. Eski parçaların üzerine yapılmış mixler ve yeniden düzenlemelerin üstüne oturmuş Lily’nin güzel sesi bu günlerde şekilleniyor. Enstrüman çalmayı bilmediği için vokal üzerine yoğunlaşan Allen’ın sesi ve seri sözcüklerinin yanına bir de şarkı sözü yazarlığı eklenince ortaya muazzam bir şey çıkıyor tabii bir süre sonra. Lily, jenerasyonunun gereği tam bir blogger olunca da bunları insanlarla paylaşması çok uzun sürmüyor. Yaptığı çalışmaların kendisine binlerce arkadaş kazandırmasının ardından plak şirketiyle masaya oturması ışık hızıyla oluyor ve hangi ruh halinde olursanız olun kol tüylerinizi yerinden oynatan hoşluktaki “Smile” ingiltere’de 2 hafta boyunca listelerde bir numara olunca, “yılın en iyi sesi” bandrollü olarak kulaklarımıza ulaşıyor.

İndie gruplarının aksak ritimlerinin arasında kaybolduğumuz anda, Lily Allen’ın bu eğlenceli müziği ilk başta uzaydan gelmiş kadar farklı ve rahatlatıcı geliyor tabii ister istemez. Hemen hemen tüm şarkılarında ortamı kimi zaman yumuşatan kimi zaman hareketlendiren piyanonun profesyonel kullanımını görmek mümkün. Basit ritimlerin kullanıldığı parçalarda ise Lily’nin bir rap parçası seslendiriyormuş kadar akıcı sözleri zenginleştiriyor şarkıları. Yani ne yönden bakarsanız bakın arkasından konuşulacak bir açığı yokmuş gibi duruyor. Şarkı sözlerindeki eğlenceli ve üstü kapalı göndermelerle dolu zeki lafları Lily’nin başka bir artısı. Eğlenceli müziğine gayet uygun aşk meşk hallerinden bahseden ama her olayın komik bir tarafını göstermeyi ilke edinmiş tarzı, farketmeden kulaklarınızı sözlere dikmenize neden oluyor. Tabii -her ne kadar daha sonra özür dilese de- ‘smile’ın çıkışını kokainle kutlayacağına dair açıklamasıyla herkesin kulaklarını bir hayli dikmişti bir süre önce. Gerçi 13 yaşında da extasy denediğini itiraf etmiş bir insan için çok ayıp bir açıklama değildi ama fazla dobralığın müzik hayatı için çok iyi sonuçlanmayacağını yavaş yavaş öğrenecektir muhtemelen. Ama şu bir gerçek ki, öğretmenlerden 15 yaşında kurtulmayı başarmış bu kıza öğretmen azarı hiç fayda etmeyecektir. O nedenle ileride ki eğlenceli potlarını sabırsızlıkla bekliyoruz. Keza şarkı sözlerinde bir kızı bardan kaldırmak için binbir takla atmış erkeklerden, gamsız hamile kızlardan, intikam aldığı erkek arkadaşlardan bahsederken o kadar rahat ve hafife alan bir tavrı var ki, gülümsememek elinde olmuyor insanın.

Çeşitli konulardaki 10 favorisinden, günlük hayatına bir çok bilgi edinilebilen çok eğlenceli sitesinden gelen son bilgi ise, dinlemekten bıkamadığımız Smile’dan sonra LDN’ye klip çekmekle uğraştığı. Hayatındaki son bir kaç ayını internetteki arkadaşlarının ilgisinin sonucu olarak star tadında geçiren Lily, bir hayli yorucu yoluna adım atmış durumda kısaca. Şimdi “kimdir bu Lily Allen yaa, herkes ondan bahsediyor” soruları daha bir netleşti kafamızda: İnternetin hayatımızdaki yerini artık tartışmanın zamanının çoktan geçtiğinin habercisi, dolabında aynı elbisenin birçok rengi bulunan, 21 yaşında ve mükemmel bir sese sahip, şarkılarının dobra sözlerinin yazarı, bir eli yağda bir eli balda bir kız.

Dansın Büyüsü (!)


Çalmaya başlayan müzikle birlikte karşınızdakine birden bir titreme geliyor, orasını burasını okşuyor ve parçanın en can alıcı kısımda hayalarını avuçluyor. N’oluyor burda?

Dünyaya gelen insanoğlunun yapmak istediği tek şey derdini anlatmak. Daha doğar doğmaz nefes aldığımızı anlatmak için ağlamaya başlıyoruz, sonra kaka yaptığımızı anlatmak için yine ağlıyoruz, sonra anlamsız sesler çıkartarak meme istiyoruz, sonra o bitiyor ‘bu insanlar neden bu kadar kolay anlaşabiliyor da ben her seferinde ağlamak zorunda kalıyorum’u düşünecek yaşa geldiğimizde konuşmayı akıl ediyoruz. Ondan sonra da anlatma çabası bitmiyor tabii. Anneye anlat, babaya anlat, hocaya, patrona anlat… Hayatın tamamı iletişim kurarak ya da kurmaya çalışarak geçiyor. İletişiminde birçok çeşidi var tabii ki. Üzerine öyle hemen atlanılacak bir konu olmadığından daha fazla dallandırıp budaklandırmanın bir anlamı yok. Ama insanoğlunun kimilerine göre eski çağlarda başka dünyalarla iletişime geçmek için yaptığı bir eylem var ki kesinlikle hiçbir iletişim şekli, bu kadar eğlenceli olamaz. Dans dans dans… Artık rapçiler ve striptizciler dışında kimse derdini dansla anlatmaya çalışmıyor. Çook eski yıllarda “tanrım bu dans senin için” deyip kendinden geçmiş bir şekilde tapınan topluluklar, başka amaçlar için sallıyor kalçalarını. Tek tanrılı dinlerin yayılımını tamamladığı ve tapınmanın dünyanın büyük kıtaları için geçmişte kaldığı şu günlerde dans aktivitesinin neden devam ettiği konusunda ise henüz çok parlak bir fikir yok. Nasıl tad aldığımızı araştıran bilim adamları neden dans ettiğimiz konusunda da çeşitli araştırmalar yapıyor ama kesin bir bilgiye ulaşılmış değil. En mantıklısı psikolojik bir deşarj yolu olduğu fikri gibi geliyor insana. Kendini ifade biçimi, deşarj yöntemi, efendim yataktaki faaliyetin dikey hali gibi yorumlar yapılsa da hepsi gayet hava da duruyor görüldüğü üzere. Ama gerçek olan şu ki ritim olsun olmasın müzik adına bir şey duyduğumuzda ister istemez sallanmaya başlıyoruz. Kontrollü kontrolsüz eller bacaklar bir şekillere giriyor.

İnsanoğlunun 2006 yılında halen neden dans ettiğini bilim adamları araştıradursun, insanlar dünya üzerinde iyi dans edenler ve edemeyenler olarak da ikiye ayrılıyor. Birileri diskolarda, club’larda hayret gözlerle izlenirken, birilerine bakıp bakılıp gülünüyor. Yani iş sadece dans etmekle kalmıyor ‘edebilmekle’de alakalı. Bazı çok karizmatik şahsiyetler iyi dans edemedikleri için bir hareketle gözden düşebiliyor. Demek ki dans aynı zamanda insanlar arasında bir seçim unsuru. Herkesin ritim duygusu pek gelişmemiş ama dansa meraklı bir arkadaşı vardır etrafında. O oynarken siz karşısında ağlamak istersiniz. Tanımakla tanımamak arasında, pek bir araya gelmeden dansa devam eder, onun durması için bir yandan da dua edersiniz. Demek ki dans gerçekten insanlar arasındaki iletişimde belirli bir faktör (!). Ama dünya üzerinde gelmiş geçmiş en garip dansı ifşa edip ve üstüne üstlük bunu rahatlıkla yüzbinlerin önünde yapabilen insanlar var. Üstüne üstlük bu dans şekilleri yıllardır kimseye garip gelmiyor.

Kuşkusuz bu duruma örnek verilebilecek en büyük karizma, arıza dansçı Elvis Presley. Bir insan nasıl böyle dans edebilir ki… Nasıl bir ruh halidir, neyin taklididir kesinlikle üzerine tez yazılabilir. Forest Gump’da ayaklarına tellerin takılı olduğu bir çocuğun ayakta durma telaşının bir taklidi olarak anlamlandırılmaya çalışılan bu durum gerçekten gizemlidir. Ama işin garip olanı karşınızda sevgiliniz böyle dans ederse okkalı bir ayrılık nedeni olabilecekken, Elvis bu dansı sayesinde milyonlarca manitayı yere sermektedir. Sanki aniden tansiyonu düşmüşte bacakları tutmaz olmuş gibi tir tir titreyen Elvis, şu an beyinlerde oluştuğu anda bile herhangi bir şekilde komik gelmez insana. Hareketleri tek tek sırayla saymak bile bir çözüm değil. Hatırlamaya çalışırsak olay şöyle başlar: Elvis davudi sesiyle şarkıya başarken sağ bacağa bir titreme geliyor hafiften, sonra şiddetini arttırıyor yavaş yaşvaş, sonra bazen diğerine de geçiyor bu titreme ve bu sırada kollar iki yana dirsekten açık bir şekilde anlamsızca bekliyor. Başka bir versiyonda şöyle; Elvis’in yine bacağına gelen titremeyle başlıyor dans -diğer bacakta bişe yok, sadece topuk havada ve dizden kırık duruyor- burada daha çok el marifetlerini gösteriyor. Kolun biri anlmalandıramadığınız biryeri işaret ederken, diğeri dimdirek fırıldak gibi yuvarlak çiziyor. Ama titreme devam ediyor her daim. Elvis kolunu çeviriken hipnotize ediyor olmalı inceden, yoksa açıklanamayacak durumların arasındaki yerini alıyor bu dans şekli kesinlikle. Yıllardır taklit eden kim olursa olsun komik görünmekten öteye gidemedi şimdiye kadar. Üstüne üstlük bütün bu hareketler sineye çekilse, ‘yakışıklı adamdı’ dense bile bu figürleri sergilerken dudağına verdiği şekil, kesinlike altın vuruş niteliğindedir. Bacağa gelen tik, dudağına da gelir Elvis’in mütemadiyen.

Tarihte Elvis gibi arıza dans edip karizmasından gram kaybetmeyen başka sanatçıların olması ise içleri rahatlatır mı bilinmez. Kronolojik olarak gidilirse şimdilik Mick Jagger’dan bahsedilebilir. Yaşayan efsane halen aynı şekilde dans ediyor. Onun stili bambaşka kesinlikle. Biraz doğaçlama, biraz kafa güzelliği ve birazda saçmalama ile bir araya gelen hareketler dizini olarak tarif edilebilir. ‘Mick Jagger pantolonu’ olarak adlandırılabilecek daracık pantolonların içinde yaptığı kıvrak ve anlamsız hareketler kuşkusuz bir başkasına kesinlikle yakışmayacak ve ortamda böyle dans eden şahsiyetten hemen uzaklaşılacaktır. Ama Mick Jagger tüm bu sipastik hareketler onun karizmasından hiç eksiltmez, tam tersine daha bir aşık olur karşısındaki.

Ancak bütün bu figürlerin en babalarını sergileyen bir şahsiyet vardır ki kesinlikle kimse eline su dökemez. Böyle garip, böyle yaşama sevinciyle dans eden bir şahsiyet daha olamaz dünya üzerinde. O büyükanne Tina Turner…Tina Turner dansı ciltlik ansiklopediler yazılabilecek derecede karmaşıktır. Üstüne üstlük böyle sırtından bıçaklanmış gibi dans etmesi yetmiyormuş gibi, daha da dikkat çekmek için birbirinden parıltılı kıyafetler içerisinde sergiler bu dansını. Eğer hastalık sonucunda kazara böyle dans etmek zorunda kalınsa, kesinlikle barların en kuytu köşesi, kıyafetlerin en dikkat çekmeyeni seçilecekken, Tina Turner en parlak kıyafetiyle sahnenin ortasında yer alır. O sahnede parmaklarının ucunda parentez bacaklarıyla yengeç gibi durup titrerken ve yüzünde iğrendiği birşeye bakıyormuş gibi ifadesiyle parçasını seslendirirken hayran kitlesi bunu hiç garipsemez. Nedense çok komik dans ettiği kısmı kimseyi ilgilendirmez hale gelir. Bu ne derin bir problemdir ki acilen çözülmesi gerekir. Bütün insanlık bu söz konusu şahsiyetlerin komik danslarını görmezden gelir, bilinçaltına atar.

Üstüne üstlük bu garip danslara eklenebilecek daha birçok isim var. Axl Rose’ın yılan gibi kıvrıldığı sahneler beyinlere kazınmıştır ya da Michael Jackson’un hayalarını avuçladığı kareler. Herhangi birinin parçanın en can alıcı kısmında hayalarını avuçladığını düşünmeye çalıştığınızda olayın garip, gizemli kısmı daha da ortaya çıkıyor. Eğer olay o kadar gizemli gelmediyse beş arkadaş bir odaya toplanılarak söz konusu ünlülerin dans figürlerini yapmaları rica edilerek bir deney yapılabilir. İçlerinden biri Tina gibi sırtında bıçakla titresin, diğeri axl gibi yılan formunda kıvrılırken, ötekinin bacaklarına Elvis gibi felç insin. Bitti mi, hayır. Kalan ikisinden biri Mick Jagger gibi orasını burasını okşarken, diğeri karşısında hayalarını avuçlasın. Eğer hayranlıkla izlenmeye devam ediliyorsa olayda bir gariplik yoktur, gariplik anlayışı kişiden kişiye değişiyordur. Ama eğer gülmeden izlenemiyorsa bu durum sipastik kitle psikolojisine konu olmalıdır.